17 Aralık 2008 Çarşamba

Neler oluyor bana?

Uzunca bir sure buraya yazmamisim yine. Amacsiz gormeye baslamistim zaten gunluk tutmayi.
Bu aralar dengem iyice bozuldu yine.
3 gecedir uyuyamiyorum, dun gece sizdigim zaman disinda. Ense kokumun biraz ustunde cok garip bir agri var, bunye yorgunluktan dolayi isyan ediyor. Yataktayim, bir kac saattir yatakta yatiyorum ama uyuyamiyorum. Hareketlerim de hafiften dengesizlesmeye basladi. Elim titriyor. Aklimda bir suru fikir ucusuyor oradan oraya. ISte konsantre olamiyorum. Ve hepsi bir anda oldu, beklemezken.
Bir hafta once beni bir psikiyatr gorse herhalde anti-depresan verirdi biraz iyi hissetmem icin. Simdi gorse herhalde bir sakinlestirici verirdi.
Calkantilardan sonra yeni bir dengeye kavusur sistemler.
Bakalim bu donemden sonra nasil bir denge olacak.

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Eski komunistler simdinin hizli Avrupalilari

Tatilimi bu yil dolasarak geciriyorum. Once Krakow'daydim. Polonya inanilmaz bir degisim gecirmis. Bu ulkenin daha 15 yil kadar once komunismden yeni cikmis bir ulke olduguna inanmak cok zor. Bati Avrupa ulkelerinde genel bir uyusukluk seziyorum. Polonya inanilmaz bir dinanizm icinde. Ulke bastan sona santiye gibi. Once Berlin civarindan girip asagi Krakow'a indim, sonra oradan cikip Varsova'dan gecip kuzey sinirindan ciktim. Yol maceralarim kendi basina bir yazi cikarir ama kisaca, yenilenmemis kisimlarda yollar Turkiyenin 30 yil oncesini (ya da Gokcek elindeki Ankara'nin sehir ici yollarini) hatirlatiyor. Yol sathi bozuk, isaretlenmemis, curuk altyapi yuzunden kamyonlar gectikce oluklu hale gelmis. Ama AB destegiyle yenilenen yollar cok rahat zeminli, kullanmasi bastan basa bir zevk. Ulkeyi bastan sona gecerken o kadar cok insaat gordum ki, yol insaatlari, altyapi insaatlari, binalar, apartmanlar, AVMler.
Halkin acikligi, yabancilara karsi gosterdikleri hos karsilama diyeyim Bati Avrupa'nin donuklugundan cok farkli. Bu arada halki da cok guzel, hem delikanlilari fit ve yakisikli, kizlari da gordugum en guzel kadinlar arasinda. Rus etkisinden kalan mafya tipleri de islah edebilirlerse sanki pek bir sorun kalmayacak gibi.
Sonra yol uzeri Litvanya, Kaunas, durak: Letonya, Riga. Inanilmaz guzel bir sehir, eskiden kalma cok guzel binalari var. Restore edilenler tam bir mimari saheser, daha elden gececek cok sayida harap durumda bina var. Insanlar ilk basta soguk ve uzak, ama bunun nedeni anlasilabiliyor. Ucuz ucaklarla gelen Ingiliz amele takimi buranin kizlarina et muamelesi yapiyor. Gece kluplerinde, yollarda gordukleri kizlara utanmadan asilip sarkintilik yapiyorlar. Seks turisti olmadigimi anlayinca konustugum bir kac kisi oldukca pozitif izlenim birakti. Cok kulturlu v e insancil kisiler. Kizlar da inanilmaz guzel. Fiziksel guzellik olarak herhalde Polonya'da gorduklerimden daha guzeldir ama sicakkanlilik ile Leh kizlari bence daha cekici insanlar. Ingiliz trashleri de ne kadar itici olduklarini en cirkin yuzleriyle gosteriyorlar.
Ama Latviya'da 3 gun icinde iki ters olay yasadim. Zaten ilk gun yol yorgunluguyla tamamen uyumustum. Ikinci gece cikarken gece klubu cikisi taksi 3 latlik yol icin 10 lat istedi. Bu eski SSCB ulkelerinde bir Rus azinlik var, ne kadar mafya ve pislik is varsa onlarin tekelinde. Taksi soforu de onlardan. 6 lat verip bu yeter deyip arabadan indim. Once arabadan inip 10 lat diye bagirmaya basladi. Sonra cop cikarip durterek uzerime saldirdi. Normalde sinirlerine hakim olmayan birisi icin kavgaya sokmanin en saglam yolu. Neyse ki tek degildim, ama bir tarafsiz sahit cagirdim hemen. Yalniz ilginctir o copla saldirinca kaldir o copu, ben Turk'um, sendan korkmam deyince adam durakladi bayagi. Sanirim Ruslarda bir cekinti yaratmisiz ya da belki sadece ondan korkmadigimi fark edince durdu.
Ertesi gun de bunlarin sahil kasabasi Jurmala'ya giderken bir dogu bloku polis numarasini yedim. O bolgenin 1 lat giris ucreti var. Biliyordum zaten ama uyari levhalarini sadece yerel dilde yazmislar, otomatlara giden yan yoldan cikmayinca hop polis kontrolune dusuyorsun. Belcika plaka gorunce durdurdular tabii, bilet yok - in arabadan, polis klubesine. Dogu bloku polislerinin rusvet isterken klasik numaralari vardir, olumu gosterip sitmaya razi etmek. Once basimda 3 polis, beni dar bir odaya sokup kapiyi kapadilar. 'Sen girilmez bolgeye girdin, buyuk suc buyuk ceza..' fotograf gostermeler, ceza defteri. Neyse ki korkmadigimi da farkettiler :) Sonra 'Sen Belcikadansin ha? Bak bunun bir de kolay yolu var. Sana hafifinden bir ceza keserim. Var mi yaninda nakit Lat?' Neyse, zaten bunu bekliyordum. Bana bir kagit form uzerine ceza kestiler 10 latlik. Sonra bunlari kil etmek icin ben bunu simdi bankaya oduyorum degil mi diye dordum. Adamlar bozuldu, yok muydu yaninda lat diye. :) Uzatmamak icin var dedim, buyuk bir 50'lik uzattim. Rahatladi bizimki, ceza defterinin altini acti, icinde bir suru banknot, para ustunu verdi. Neyse, belki de gercekten oyle bir ceza var, belki yazdigi gercek bir form ama oyleyse bile islem tarzlari tam eski Rus usulleri. Agzimda hic de tatli bir his birakmadi. AB uyesi bir ulkeye yakismiyor, bu adamlari zamanla temizlerler herhalde. Neyse, ben ucuz yollu boyle bir deneyim yasamis oldum. Daha buyuk 'suc'larla yakalanip saglam yolunanlari da bildigim icin 10 latlik olay ucuzundan bir 'islemden gecme' deneyimi oldu.
Yalniz gozlemim o ki, bu ulkeler su an ucuz iscilik ve emlak, emtia fiyatlariylari ve AB altyapi destekleri ile 15-20 sonra Bati Avrupa'dan farksiz hale gelecekler. Her sey dengeye kavusacak, belki yaslanan nufuslariyla basetmekte zorlanan Batiyi yuklenir hale gelecekler.
Her acidan yatirim icin eski komunist yeni AB ulkeleri iyi firsatlar ve artik iyi yasam olanaklari sunuyor. Simdi cok geride olsalar da Romanya ve Bulgaristan da herhalde AB destekleri ile yakinda bu donguye girerler.

29 Temmuz 2008 Salı

Reis, Hako, Gamze ve diğeri

Küçükken bir Harika Beşler kitap dizisi vardı. Yanılmıyorsam Enid Blyton'ın. Üç kardeş ve kuzenleriyle köpeklerinin hikayeleri. Oyun oynayacak park bile yokken çevrede hayal dünyamda onlarla gezerdim, bisikletleri trene yükleyip gölde kamp yapmaya giderdim. Zencefilli gazoz içip soğuk et, tütsülenmiş balık yerdim. Bu adını sanını duymadığım yiyecekler muhteşem tadlarını hayalimde ağzıma yayılırdı. Hırsız hazine peşinde koşardım, nedense de Reis'i kendime yakıştırırdım. Küçücük dünyam öyle genişlerdi. Başka birşey almaya para bulamazdım ama okulda yarım simit yiyip simit almam için verdikleri paranın yarısını biriktirerek iki haftada bir kitap alabilirdim.
Küçük dünya, küçük mutluluklar.

Pazar günü denize gittiğimde Andreas'ın telkiniyle tütsülenmiş balık aldım. Smoked macarel. Bugün yerken aklıma nedense o kitaplar ve maceralar geldi. Hayalimdeki beklentilerimdeki o muhteşem tad ne yazık ki gerçeği ile karşılaşınca birdenbire bir boşluk hissettim. Fena değil aslında ama soğuk balık, beklediğim şeyle alakası yok. Anlatamayacağım.
Aynı şeyi beni zamanında TV karşısına mıhlayan Kara Şimşek'i yıllar sonra kocaman bir adam olduğumda izlediğimde hissetmiştim.

Bazı şeylerin hayallerde bozulmadan kalması daha güzel.
Artık bir yerlerde denk gelse bile zencefilli gazoz içmeyeceğim.

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Deniz gel gel gel

Bugün ilk defa Belçika kıyısına gittim. Oostende. Tabii önceki Nieuwpoort'taki sailing macerasını saymazsak. Farklı bir deniz. Pasifik kıyısındaki gibi soguk yosunlu girilmez bir deniz bekliyordum. Burası daha iyiydi, kumsal daha bir kumsala benzer, saat 5'te varmamıza rağmen üst çıkartarak dolaşabileceğimiz hava ve sürekli bira deviren kocaman varilimsi vücutlar yerine sırım gibi Flaman kızları. :)
Amerika'da geçirdiğim 4 yıl boyunca 2 kere denize girdim. Biri ilk geldiğim haftalarda hevesle Goleta plajında girdiğim zamandı. Katranlı plaj, soğuk ve bulanık gri su, devasa dalgalar, metrelerce uzayan ve insanın ayağına dolanan garip yapraklı yosunlar. Bir daha girmemeye tövbe etmiştim hemen. Diğeri de 3 yıl sonrasında San Diego civarında Coronado adasındaki plajdaydı. Orası daha iyiydi, ama yine de yüzmeye gelmezdi. Akdeniz plajları çok çok daha güzel.
Atlantik'teki bu ilk denemem fena geçmedi. Gayet hazırlıksız iken bir arkadaşın araması sonucu 3'te yola koyulduk. Biraz yavaş kullanan bir genç, yolda 120yi aşmadı. Park yeri beğenmesi de uzun sürünce 5'te anca vardık. Neyse elemanlar koşup girdi ben bir güneşleneyim dedim. Yattığım yerden su 20-25 metre uzaktı. Bu elemanlar gitti geldi 15 dakika olmamıştı ki baktım deniz ayağımıza dek gelmiş. Gel git'i ilk defa burada bu kadar etkili gördüm. Havluyu çantayı yukarı kaldırıp bir girdim. Soğuk ve koyu yeşil ama girilebilir bir deniz. Kondüsyon azalmış, çok uzatmadan çıktık. Klasik Avrupa, turist restoranları çok pahalı. Ben boşver deyip girmeye heveslensem yanımdaki Alman hayatta bırakmaz. Ayaküstü ben bir kalamar aldım, onlar soğuk balık. Kesmedi tabii ilerde bir yerde kızartmacıda Belçika (Flaman) kızartması yedik. Bunlar da kocaman oluyor, normal boyu öksüz doyuran modda geliyor. Biraya 1.50, kolaya 1.80 Euro verip içtim. Arabaya dönmek için yürürken kırmızı ışık bölgesinden geçtiğimizi farkettim. Gelirken kapalıymış heryer, akşam 8 olunca mesaiye başlamış teyzeler. Bunların gençleri assolist gibi 10'da anca işe başlıyor, teyzeler saat tık dedi mi işbaşı yapıyor.
Ve böylece bitti bir deniz günü. Geçen yılki İbiza'dan beri denize girmemiştim. Arada yüzme havuzuna gidip stres atmak lazım, bu karara vardım..
Bir ara edit edip foto eklerim.
Cumartesi de 3 adet Litvanyalı genç kızla Gent festivaline tekrar gitmiştim. Aslında niyetim yoktu, biraz moralim bozuktu ama kızlar gidelim deyince kıramadım. Bana bir yıl önce böyle olacak deseler hadi len derdim. O festival hakkında bir ara bir yazı yazayım.

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Güzelim Güzelsin Güzel


Geçen haftasonu Gent festivaline gitmiştik.
Bir ara ayrıca yazarım, Avrupa'nın en büyük açık hava halk festivali, tarihi şehir bölgesini tamamen bir festival alanına çeviriyorlar ve her meydanda bir konser alanı kuruluyor. Aynı anda rock, latin, jazz farklı türlerde kalite konserler oluyor. Sokaklarda sokak tiyatrosu ve sirk gösterileri ve klasik panayır yiyecek içecek standları oluyor.

Kanal kenarında konseri dinlerken çok güzel bir kız gördüm. Ne büyük çantan varmış senin diye takılıp konuşmaya başladım. Çok neşeli sevecen bir kızmış, diyetisyen olacakmış. Ve en ilginci Miss Belgium 2009 yarışmacılarındanmış.
Hiç bir güzellik kraliçesiyle konuşmam olmamıştı tahmin edersiniz. Bir süre bu yarışmayı, neler yaptıklarını falan anlattı, biraz da genel konuştuk. Arkadaşlarıma tanıştırdım, az bir muhabbet daha sürdü. O kendisine nasıl oy verebileceğimizi anlatıp yarışma için oy toplamaya uğraştı tabii, politikacılardan bir farkı yok bu bakımdan. Çantası da o yüzden büyükmüş, içinde promosyon malzemelri varmış.

Herkesin aklında o bilindik imaj vardır, aptal sarışın / güzel imajı. Özellikle güzellik yarışmalarında sadece vücut güzelliğinin etkili olduğunu düşünür insanlar, bu kızlara virtinlik muamelesi yapar. Bana yarışma için yaptıklarını anlattı ve o imajı fena kırdı. Gent Üniversitesinde okuyormuş. Manken olmak istiyor musun dediğimde boyum kısa dedi, 1.65'miş. Birkaç şey daha konuştuk. Şimdiye dek konuştuğum en zeki ve kültürlü kız değildi ama ortalamanın çok üzerindeydi. Hele bizim kızların "Ee naapıyossun?", "Araban ne marka?"dan öteye gitmeyen muhabbetlerini de bildiğim için, onların yanında bu kızlar fersah fersah yol almış hayat maratonunda.
Kızın insancıl tavırları ve sevimliliği ve canayakın duruşu insanı asıl vuran nokta. Bizde değil bu kadar güzel kız, standart 1.60'lık vücudunun açık ara en kalın yeri kalça nahiyesi olan kızlarımızdaki hava ve karşısındakini insan değil cüzdan yerine koyan tavırlar nerede bu nerede. Off, hatırladım yeniden. Kızlar en pahalı lokantalara götürtüp kendisi için para harcattıkça değerli olduğunu düşünür, bir kere bile karşısındaki adamla insan olarak ilgilenmez. Erkekler kızın yüzüne değil de göğüslerine kilitler bakışlarını, kızın yanında iki lafı bir araya getiremezken arkadaşlarının yanına gelince kendini 10 kaplan gücünde anlatır. Hangi salak bu maskeli baloda mutluluk arar anlayamıyorum. Niye bizim sosyal düzen böyle, niye kaliteli insanlar kendini çekmişken ortalıktan, adilik akıyor her yerden..
Ha bir not, kıza asılmadım. Niyetim yoktu, arkadaşça bir konuşma tek amacımdı. Zaten olsaydı da tek başıma gitmemiştim festivale.

Dipnot: Benim güzelliğim kızınkini örtmesin diye kendimi kareledim :) İşin doğrusu bundan sonra kimliğimi açık edebilecek fotoğraf koymama kararı aldım.

Yollar


Bu aralar yolda cok zaman gecirmeye basladim. Buralara geleli beri dolasmaya arabayla gidiyorum. Artik neredeyse tum Avrupa yollari ve dinlenme duraklari hakkinda bir fikrim var.
Farkli yollardan gectim, Mans denizini ustten ve alttan gectim, soldan kullandim, Mont Blanc'in altindaki tunelden gectim, Alman yollarinda sinirsiz basmanin tadini aldim. Bir ara yazarim bu yol maceralarini.

Aslinda yazmak istedigim ama bir turlu baslayamadigim cok sey var. Ingiltere'de kaldigim surede gorduklerim ve gozlemlerim hakkinda yazamadim. 1 Mayis tatilinde Isvicre'ye gittim, orada Cenova, Lozan ve Montro'yu gezdim. Oradan bir gun Italya tarafina gecip Aosta'da cok guzel bir gun gecirdim.
En buyuk yolculuga yakinda basliyorum. Kardesim gelecek, birlikte Dogu Avrupa turu yapacagiz. Buradan Prag'a, oradan Bratislava, Budapeste, Krakow, Baltik uclemesi Litvanya, Letonya, Estonya, Varsova, Berlin'de bir gece ve geri donus. 3 hafta, uzun, zorlu ve yorucu bir tatil olacak ama artik zorluklarina katlanacagiz:)
Donunce yeni proje nedeniyle dolu olacagim ama umarim yeterince yazma firsati bulurum.
Resim, arabamla Londra cevreyolu M25'te giderken cekilmis.

19 Temmuz 2008 Cumartesi

200 km/h in the wrong lane


Ben arabayi efendi gibi, kurallara uyarak kullanirim, sol seridi surekli istigal etmem, sol serit doluysa da baskalarini arkadan sikistirmam hiz keserim digerleri seridi bosaltana kadar.
Gecen gun isten donerken bir arabayi solluyordum, 160 civarinda. Birden arkadan manyagin biri koptu geldi, sol sinyali yanik flas yapa yapa. Geldigini uzaklardan farkedip 190'a cikmistim. Buna ragmen arkama yanasip farlarini goremeyecegim kadar yakin takibe basladi. Sollayacagim araci gecince yol verdim, ama bu densizlige sinirlendim dogrusu. Araba yanimdan gecerken ters ters bakistik, arabada kicinin killari agarmis ama uzun sacli metalci kilikli 4 adam surat yapa yapa beni solladilar.
Pek yapmam :) ama takip etmeye basladim, 200km/h ve ustu hizlarda onlar onde ben arkada Anvers - Bruksel arasinda gitmeye basladik. Biraz sonra anlasildi Vehbi'nin kerrakkesi, bu arac bir motorcu grubunun artcisiymis. Kafile halinde giden 30 kadar chopperci. Onlarin arkasina gelince yavasladi, 160lara indik. Bruksel ring'ine gelince yol biter ve ikiye ayrilir, dogu ve batiya. Motorcular sagdan doguya giderken bu arac sol seritte ne yapacagini bilemez sekilde 100 civarina dustu, bir turlu saga gecemedi. Iste beklenen cevap ani deyip bunlarin yanina sag seridine gecip yolu tikamayi dusundum. Bunlari yanlarinda hizimi onlara gore ayarlayip gecirmeyebilir ve batiya dogru zorladiktan sonra rahatca kacabilirdim, insaat yuzunden yol daralip 2 seride iniyor, sonra birden 5 ayri yola ayriliyordu. Pislige pislik :)
Ama nedense yapmadim. Yaslaniyor muyum neyim :)
Yalniz bu sayede 35 dakikalik yolu 20 dakikada aldim. Bu aralar hiza fena alistim. Artik yol sikisip 160'lara dusunce yavasladik diye dusunmeye basladim :)
Iyi degil bu gidis.

15 Temmuz 2008 Salı

Mirasyedi

Ben ekonomik beklentilerde kotumser oldugumu biliyorum, ama galiba tek degilim.
Turk sinemasinin klasik senaryosudur.
Babasindan kalan paralari yiyen, har vuran harman savuran simarik mirasyedi. Hic para kazanmakla ugrasmadigi icin paraya da deger vermez, insanlara da. Satip savacak her sey bitip meteliksiz kalinca da herkes tarafindan terkedilip mahalle koselerinde ayyas ayyas dolanir.
Gungor Mengi'nin gecen gunku yazisindan:
.....
- Ohoooo... Bütün bunlar çok karışık işler... Hükümet işi gücü bırakarak bunlarla mı uğraşacak, başına dert mi alacak, bunun kolay yolu yok mu ?Para kazanmayı bırakırsınız, para getirmeye bakarsınız... Böylece bu iş gidebildiği yere kadar gider...
- Para nasıl getirilir ? Ülkenin varlıklarını satarsınız. Yüksek faiz vererek borçlanırsınız. Böylece günü kurtaracak ölçüde para bulursunuz.
- Hükümet şimdi “Para kazanmayı bırak / Para getirmeye bak ” politikası mı uyguluyor? Evet.
- Bunu nereden çıkarıyorsunuz? Hükümetin uygulamalarını izleyiniz.

Günü geçiriyoruz
(1) Yabancılara satacak KİT’ler bitti. Hükümet şimdi yabancılara arsa satmaya çalışıyor. TOKİ, şimdiye kadar halka konut satarak para buluyordu. Halk konut alamaz hale geldi. TOKİ şimdilerde Çanakkale Boğazı’nın iki yanındaki kamu arsalarını, kıyılardaki kamu arsalarını yabancılara satma hazırlığı içine girdi.
(2) Yabancılara fabrika yaptırmak için kurulan Başbakanlık Yatırımları Destekleme ve Tanıtma Ajansı, baktı ki fabrika yapmaya gelen yok, şimdilerde yurtdışında kamunun ve özel sektörün varlıklarını pazarlamaya çalışıyor.
(3) Hükümet havaalanlarını, yolları, köprüleri, elektrik üretme ve dağıtma hakkını “iskontolu” (Gelecek yılların gelirini peşin almak arayışında) satışa çıkarıyor.
(4) İçeride faiz yüksek tutularak, dışarıdan ucuz borçlananların ülkeye döviz sokmalarının yolu açılıyor.
- Bütün bunların bir faturası yok mu? Şimdi faturayı düşünmenin zamanı değil. Hele şu günler bir geçsin... Sonrası Allah kerim!..

13 Temmuz 2008 Pazar

Ortadirek ortada kaldi

AKP iktidari doneminde Turkiye'de degisimler oldu. Bundan en cok paradan rant alan zengin kesim ile hayatini calismadan yasamak uzerine kurmus asalaklar beslendi.
Hayatlarini calisarak kazanan, baskalarina muhtac olmamayi amaclayan orta halli kesimin hayat standardi orantisal olarak azaldi. Ortalama gelirler / harcamalar orani artmadi, azaldi.

TOKI sadece fakirlere ucuz ve zenginlere super luks konut uretirken orta halli kesim serbest piyasaya birakildi, yukselen konut fiyatlariyla cogu kiraci olmaya devam ediyor. Halihazirda konut sahibi olanlar biraz kazanirken en yuksek kazanc sehir ceperlerinde zamaninda kapatilmis arsalarin sahiplerine rant kazanci olarak gitti. AKP belediyecileri belediye hizmetlerinden rant cikarmayi cok iyi ogrenmisler. Sehir kenarinda tarla kapat, oradan imar gecir, belediye hizmetlerini gotur, ortaklarin sonra bu arsalara siteler kurup bunlari satsin. Bu evleri alanlar da maas gelirlerinin neredeyse tamamini buralara yatiran, vergilerini duzgun odeyen, kurallara uyan ortadirek vatandaslar. Isin acisi da vergi veren kesimler bu gecekondu zenginlerini beslemis oldu, ve hala belediyeler eliyle bir kesim kullandigi hersey icin vergi verirken bu vergilerle diger kesime ayni yardimlar devam ediyor.
Bu duzen nasil degisir bilmiyorum, ama dunya bir ekonomik duraganlik bekliyor. AKP iktidari zaten hazirlik yapsa bile bu kriz olacakti ama hic bir tedbir alinmadigi gibi butce bakkal hesabina donduruldu. Simdi AKP kapatilir ve yerine gelen iktidar doneminde kriz patlarsa AKP efsane haline gelecek. Tipki rahat gecen Erbakan doneminden sonra Ecevit iktidarina nurtopu gibi kalan kriz benzeri sorunlarla ugrasmak zorunda kalacak olasi alternatif iktidar. Ve git gel ustasi Demirel gibi bir buyuk umutlarla geri gelen bir Tayyip gorebiliriz bunlarin arkasindan.
Ve kotu haber, bir krizde ne zenginlere bir sey olacak, ne de kaybedecek bir seyi olmayan asalaklara. Pisligi vergileriyle temizlemek yine memleketin ortadiregine kalacak.

Derinden etkileyen şarkılar

Müziğin hayatımda önemli bir yeri oldu hep.
Her şarkı değil ama bazen bazı şarkılar insanı alıp götürüyor biryerlere. Sık sık böyle şarkılar aklıma takılır. Hayatımda bazı kararları da bu buğulu mantık çerçevesinde vermiştim. Amerika'daki zamanımın sonlarına doğru Kıraç'ın Gönül şarkısı ve onun klibi çok etkilemişti beni ve terk etme duygusunu tetiklemişti. O zamanlar benim de bir convertible Mustang'im vardı, arabaya şarkıyı koyup dolanıyordum Santa Barbara civarlarında.
Belçikaya ilk geldiğim zamanlarda da Robbie Williams'dan No regrets'i sık dinliyordum ve onun beni soktuğu melankolik hava düşüncelerimi etkiliyordu. O aralar Vega'yı dinlemeye başladım. 'Bu sabahların bir anlamı olmalı' önceden bildiğim çok ama çok iyi bir şarkıydı. Sonradan dinlediğim 'Aşk başlar' ve diğer şarkıların hepsi çok ama çok iyi Bu kadar yüksek yüzdeyle beğenimi kazanan azdır, Joe Cocker'ı da çok severim.
Geçenlerde 'First we take Manhattan' ilk defa dinledim, önceden bende olmasına rağmen. Çok ama çok iyi. Sürekli arabada onu dinliyorum şimdi. Leonard Cohen şarkısı, diğer tüm versiyonlarını da dinledim. Sirenia, JenniferWarners, REM. Normalde REM'i severim ama ilk defa bir şarkıyı mahvettiklerini düşündüm. En iyi cover Joe Cocker'dandı, aklimda dolanan şarkının o versiyonu. Klip alakasiz, anti-Bush, ama sarkiyi dinleyebilirsiniz.

Derken dün daha önce sürekli dinlediğim ama hiç ismini öğrenemediğim bir şarkıyı tekrar buldum. Shivaree - Goodnight moon. O buğulu vokalin etksine girdim bile.
What should I do I'm just a little baby..

Sanırım bu şarkılar benim ruh halimi fazla etkiliyor. Şimdi daha bir aşka açığım sanki. Demek ki mutlu olmak için de neşeli şarkılar dinlemek lazım.

23 Haziran 2008 Pazartesi

Euro 2008

Ben pek futbol izlemem. Aslında hiç izlemem diyebiliriz, birisi maç kaç kaç diye sorduğunda ne maçı derim genelde :) Futbolu çevreleyen kültürden hoşlanmamam nedeniyle herhalde, sevemedim.
Avrupa kupası nedeniyle izlemeye çalıştım ama yine olmadı. Sonuçları gazetelerden ve yorumlardan takip ediyorum. Maçlar inanılmaz bir şekilde gelişti, yarı finaldeyiz. Spor basınının bir kısmı takımı yere göğe sığdıramazken kimi de Fatih Terim'i ve yönetimini antrenörlüğünü eleştiriyor. Teknik yönden oyuncu seçimimden saha içi yerleştirmesine, oyun içi taktiklerine dair sürekli eleştiri yazıları okuyorum. Terim'den pek hoşlanmıyorum, karşısındakileri küçümser tarzı ve sembolleştirdiği değerler itici geliyor. Ama bu Türkiye'nin yarı finale çıkmasına sevinemeyeceğim demek değil, milli takım ve milli duygular kimsenin tekelinde değil.
Zaten hadi koçum aslanım tarzı gaz vermelerle de liderlik ya da yöneticilik yapılmayacağını düşünüyorum çoğu akl-ı selim insan gibi. 'Günün kahramanı' üzerine kurulu sistemler sistem değil şansa bakıyor. Ki zaten hep son dakikalardaki şanslı goller bizi buraya dek getirdi. (Ama ne ŞANS!, o ayrı) Bakalım nereye kadar gidecek.

Okuduklarımdan sonra hep aklıma şu eski hikaye geldi.
Eski zamanlarda bir kervan çölü geçip Basra'ya gidecek ama çölde 40 haramiler geleni geçeni soyup soğana çeviriyor. Kervanbaşı Bağdat'ta tellal çıkartıp fedai aramış. Kervanbaşı bekler ama gelen giden yok, korkusundan kimse çıkmamış. Derken ense kulak yerinde, kapı gibi bir adam gelmiş, ben yaparım bu işi diye. Gözü kesmiş kervanbaşının, kervan yola koyulmuş.
Çölde bir vahada mola vermişler, yemekten sonra fedaiyi uyku basmış ağacın altına çekilmiş. O sırada haramiler basmış kampı, tacirler önce fedaiyi dürtmüşler uyansın diye ama koca adam tınmamış. Haramiler bunların mallarını indirip paralarını alırken reisleri kervanbaşını bulmuş.
- Bre gafil, bilmez misin buralar benim mekanım koruma almadan nasıl geldiniz buralara demiş.
Aldık almasına ama şurada diye işaret etmiş fedaiyi. Haramiler gülmüşler önce sonra uyansın diye dürtmüşler. Fedai fosur fosur devam. Haramiler geçmiş adamın arkasına, uçkur çözüp başlamışlar arka taraftan dürtmeye. Bir iki üç derken hepsi sıradan geçmiş, 40ıncı da tam işini bitirirken fedai uyanmış. Silkinip Heeeyt diye bir nara patlatmış, kılıcını çekip haramilerin hepsini tek başına halletmiş.
Kervan yoluna devam etmiş. Basra'ya vardıklarında kervanbaşı fedaiye parasını ve bahşişini vermiş, hadi evladım diye yol göstermiş. Şaşıran fedai
- Ben sizi çölden geçirmedim mi, 40 haramiyi tek başıma kılıca dizmedim mi? diye sormuş.
- Geçirdin geçirmesine evladım da ben her seferinde seni düzecek 40 haramiyi nereden bulayım demiş kervancıbaşı.

Şöyle böyle yarı finale kadar geldik, sevinelim tadını çıkaralım. Ama bundan sonrası için biraz takkeyi koyup düşünmek gerek yola nasıl devam edeceğiz diye.

10 Haziran 2008 Salı

Now, I will sing an aria!

Başlığı Unicef iyiniyet elçisi Danny Kaye çocuklara müziği sevdirmek için yaptığı bir opera tanıtımında espri olarak söylemişti - sahneyi dolduran insanları boşaltmak için. Ve onlar da kaçışmışlardı :)

Operanın ve klasik müziğin gelişimi biraz böyle Türkiye'de. Hep anlatırlar ya cumhuriyetin ilk yıllarında bir zaman CSO Sivas'ta konser vermiş. Çıkışta sormuşlar şehrin ileri gelen kalburüstü vatandaşlarına nasıl buldunuz diye. Hepsi ballandıra ballandıra ne kadar beğendiklerini anlatmış. Kalantor eşraftan bir amcaya da sormuşlar. Valla Sivas Sivas olalı böyle zulüm görmedi demiş.

Devlet operayı ve baleyi destekliyor ama çok fazla ilgi yok. Ama biraz da program seçerken eğitime yönelik parçaların seçilmesinden de kaynaklanıyor. Bazı ismi çok bilinen operalar var, ama programlarda yer almıyor. Oysa bu halk daha Opera 101'i almadı ki Opera 328'i anlasın.
Yıllar sonra Kuğu Gölünü nihayet reportuvara eklediklerinde gitmek için o kadar uğraştığım halde bilet bulamamıştım. DOBGM sitesine üyeyim, biletler satışa çıktığı günün sabahı baktığım halde tüm salon dolu olurdu. Demem o değil ki Carmen ya da başka ünlü operalar sahnelendiğinde tüm şehir akacak izlemek için, ama sahnelerin salonların boş kalmayacağını düşünüyorum. Planlayıcılar belki de ilgisizlikten şikayet etmektense nasıl bir kültürel platform üzerine temel kurduklarını düşünmeli, 1. kat bitmeden çatıya başlamamalı.
10 Operas You Didn’t Know You Already Like
Zaman ayırabilirseniz ariaları dinlemenizi tavsiye ederim. Hikayeler de çok ilginç, çok romantik ve çok acıklı. Sanırım operada basit duygulara yer yok, her şey uçlarda, sınırda yaşanıyor. Zaten öylesi ilginç geliyor. İlk aria beni çok etkiledi.

2 Haziran 2008 Pazartesi

Tombaladan bando çıktı

Bir anımı yazacağım ama resim yoğunluklu olduğu için blogun yapısı uymayacaktı. Geçenlerde okuduğum gömülü sunu tekniğini denemek istedim. Umarım okunur olur, hoşunuza gider.




Sununun aslına şuradan ulaşabilirsiniz, daha büyük halini görmek isterseniz.

1 Haziran 2008 Pazar

Şahin görünümlü doğan

Eski malzemelerden, şimdiye dek yazamamıştım.
Kıssa eski de olsa hisse kalıcı.
***
Brüksel'de 2007 yaz aylarında şehirde ziyarete gelen bir arkadaşla dolaşırken bir inşaat alanı gördüm. İlk başta garip geldi, ne olduğunu hemen çıkartamadım.
Adamlar eski bir binanın tarihi ön yüzünü (facade karşılığı olarak kullandim) iskele ile sabitleyip iç tarafındaki eski yapıyı yıkıp yerine yeni bir bina yapıyorlar. Böylece şehir tarihi görünümünü korurken bina sahipleri de modern imkanlara sahip bir binada çalışma yaşama imkanına sahip oluyorlar.

Şantiyenin arka tarafından görünümü anlam kazandırabilir çabaya. Gerı tarafındaki sanatsal değer taşımayan kısmından bir giriş yapılmış inşaat sahasına. Yeni yapılan bina eskisinin dış iskeletini olduğu gibi devralacak.

Darısı başımıza demekten başka bir şey gelmiyor.
Sonuçta aklıma ilk gelen şey Denizli'deki 1290lardan kalma eski bir camiyi belediye bir gece geceyarısı buldozerle düzlemesi oldu. Yapan da dini bütün bir partinin belediye başkanı idi. Sözde amaç da caminin oturduğu 400 m2 alana çay bahçesi yapmak. Gerçekte ise hemen yanıbaşına belediyenin diktiği, çok katlı otopark üstü üç katı işhanı son katı cami apartman misali yeni camiye gelmeyip eskisine rağbet eden cemaati oraya getirmek, bir yandan da belediye mülkünde insan sirkülasyonunu arttırıp kira rayicini yükseltmek. İnternetten:
Türk’ün Osmanlı ve Selçukludan kalma eski eserleri bir biri ardına yok edilmektedir. En son örnek de 15 Haziran 2002’de Denizli ""Ulu Cami""inin gece yarısı yıkılmasıdır.
""Ulu cami""
775 yıl önce yapılan Türk’ün Denizli’deki tapu mührü olan Ulu Camiyi 1366, 1566, 1899, 1976 depremleri yıkamamıştı, her seferinde yeniden onarılmıştı, ama 2002 Türkiyesi bu tarihî yapının yıkımını ne yazık ki başardı!!!
Yunan’ın 15 Mayıs 1919’da saat 10.00’da İzmir’e çıkışını aynı gün öğlen Denizli halkı Ulu Cami önünde toplanıp Müftü Ahmet Hulusi Efendinin açıkça savaş ilânı olan şu sözleri ile karşılamıştı:
“Bu işgale karşı durmak ve düşmanın saldırısına karşılık vermek lâzımdır!(..) Fetva veriyorum, silâh ve cephane azlığı veya yokluğu hiçbir zaman mücadeleye engel değildir. Elinizde hiçbir silâhınız olmasa dahi, üçer taş alarak düşman üzerine atmak suretiyle mutlaka fiilî olarak karşılık veriniz!”
Çal gücü gazetesi
18 Haziran 2002
Konuşmanın ardından da sancak Ulu Camiye asılmıştır. Bu yıkılan ""Ulu Cami"", Türk’ün Denizli’de bunun gibi yaşadığı birçok olayın şahidi bir tarihî yapıydı.
Denizli'deki bu yeni anlayışın şehirciliğine ait bir başka rahatsızlığım da şehrin ana meydanı olan Delikliçınar meydanındaki oraya adını veren asırlık çınarların yine bir gece yarısı kesilmesi olmuştur. Çınarlar asırlık olup kök kısmının odunları eriyip çeperi kaldığından ismi Delikli Çınar olmuştur. Cami ise 1970'lerde yapıldığını sandığım, ucuz malzemeli müteahhit işi gayet sıradan bir mahalle camisi kıvamında bir yerdir. Yine internetten:
Ayrı bir saflık ise, çınar meydanındaki yıllanmış koca çınarları cami manzarası kapanıyor diye köklenmesini izlemek, dahada içler acısı ise halkın bunu desteklemesidir. Sonraki icraat meydanın ismini çınar meydanı değilde camii meydanı olarak değiştirmek olacaktır eminim.

not : denizliyi bilmeyenler, camii deyip tarihi bir dokudan bahsettiğim sanılmasın. kısmen yeni yapılmış soğuk bir cami.

24 Mayıs 2008 Cumartesi

Une nuit a' Anvers

Geçen perşembe, 22 Mayıs, bir iş toplantısı için Antwerp'teyim.
Brüksele çok yakın olsa da henüz ikinci gelişim. İlk gelişimde bir arkadaşla fotodaki restore edilmiş şahane bir tarihi binanın ortasında ultra modern tasarımlı bir kafede yemek yemiştik. Güzel, güneşli bir gündü ama şehri gezememiştim.

Toplantı 9'da bitti, gelmişken Antwerp'te nereye gidilir diye business managera sordum. Burada bir lunapark kurulurmuş, oradan bahsetti. GPS sağolsun, bulduk mekanı.
Bildiğimiz lunapark gerçektenden de. Amerikada devasa oyuncaklara alışınca bunlardan etkilenmek zor haliyle. Magic Mountain, Great America Park gibilerinden sonra bunlar çocuk oyuncağı ;) Yine de Yeni Mahalle belediyesinin Çayyolu'nda işletmesine izin verdiği basit inşaat demirlerinden yapılma oyuncakların yanında son derece sağlam ve güven verici duruyorlardı. Ana caddesinden bir fotoğraf koyacağım, bakalım bana ilginç gelen noktayı sizler görebilecekmisiniz?

Lunaparkın kendisi artık ilginç olmaktan uzak benim için. O gece şirketten bir kaç elemanı gördüm, şirket içi aktivite olarak çıkmışlar, onlarla dolandık biraz. Onların bu basit eğlencelerle eğlenir gibi yapması garip geldi. Zaten kuzey Avrupalıların nelerle eğlenebileceklerini kestirmek güç.

İpucu olması için bir önceki fotoyu çektiğim noktadan 180 ters tarafa doğru bir fotoğraf daha:


Dikkatimi çeken nokta gece 11'de, o gün içinde genci yaşlısı binlerce kişinin gezmiş olduğu lunaparkın tertemiz kalan sokaklarıydı. Ortalıkta sürekli temizleyen elemanlar da yok bizde olduğu gibi. İnsanlar çöp atacakları zaman gidip çöp kutusuna atıyorlar ve ortam temiz kalıyor. Bu kadar basit.

Aynı konuyu şehrin Red Light bölgesinde de gördüm.
Bizim turistik gezilerde bilgi görgü artsın diye o mahalleleri görmek farzdır. Brükseldeki garın arkasında pis bir cadde boyunca sıralanmış penceredir. Amsterdam'daki kanallar çevresine oturmuş, görece daha temiz ama bunu turistik kimliğine borçlu, gece bir saatten sonra insan kalitesi çok düşen ve tehlikeli olmaya başlayan bir yerdir. Antwerp'te bir alışveriş merkezi temizliğinde bir ortamda, gerçekten çok temiz bir bölge gördüm. Fotografı yanda. Burası ana cadde sayılır, paralel ve dik bir kaç cadde daha var. Sağda görünen metal yapı spiral şeklinde, ortasında su akıyor, Ademoğlunun ayakta ihtiyaç gidermesini sağlıyor. İki sokak lambası arasında görünen, Villa Tinto, nasıl desem kısaca seks pasajı gibi bir yer. Buradan girilip diğer taraftan çıkılıyor, iki tarafında pencereler, içerde 10 dakikalık seksi ciklet çiğneme kıvamına getirmiş hatunlar.
İstanbul'un Ankara'nın sokakları bırakalım bulvarları bile daha pis. Bizim belediyecilerimiz de sık sık şehircilik bilgisi görgüsü arttırmak için dış gezilere çıkarlar. Eminim bu bölgeleri de incelemişlerdir ama sanırım onların dikkatlerini sokaktan öte şeyler çekmiştir.
Neyse, bu mekanlar bilgi görgümüz artsın diye gezmekten başka benim için bir şey ifade etmiyor. Sunulan 'hizmet' ilgimi çekmediği için hemen yan kapı komşusu ünlü Cafe d'Anvers'e girdim. Gayet iyi bir gece klübü, o gece genç yoğunlukluydu. DJ ve ortam iyiydi, bir kaç saat geçirip eve dönmek üzere yola çıktım.
Böyle bitti ikinci Antwerp seferi.

25 Nisan 2008 Cuma

Belçika'da bir yılbaşı

2008 yılbaşı. Brüksel'de yalnızım. Tembellikten 11.30'da anca dışarı çıkmıştım. Brüksel şehir meydanındaki havai fişek gösterisini güvenlik bahanesiyle iptal etmişler. Orada dolandım bir süre.
Batı avrupalılar içip arkadaşlarıyla şarkı söylüyorlardı. İnsanlar güzel güzel aralarında eğleniyorlardı. Belçikalılar munis sessiz insanlar. Pek öyle gürültü yapan yoktu, bir kaç mahallenin delisi tipinde eleman hariç, ki onlar da eğlenceliydi. Bağırıp şarkı söylüyorlar, gelen geçene şaka yollu laf atıyorlardı.
Araplar - Mağripliler ise ayrı bir alem. Grup halinde dolaşıyorlar. İki üç kişiyken sessizler ama çoğalınca bağırmaya zıplamaya gürültü yapmaya başlıyorlar. Bir tür grup psikolojisi herhalde, kendilerinin grup içinde varlığını göstermek istiyorlar ama anca biraz çoğalınca cesaret buluyorlar gibi. Belçika'da polis bizdeki gibi genç delikanlılar değil, çıtı pıtı kızlar da var 60lık dede teyze modunda polisler de. Nasıl bu kalabalığı kontrol altına alacaklar diye düşünüyordum, çünkü Türkiye'de hep coplar kalkanlara alışmışız. Kalabalığın ortasına girip gittikçe büyüyen halkalar yaptılar, giderek böylece kalabalığı bölüp küçük dağınık parçalara ayırdılar. Halkaların arasına girmeye çalışan delifişekler oldu, bir iki tane köpek getirip onların da heveslerini kırdılar. 10 dakikada kalabalık dağılmıştı.

Kürtler ve Türkler ise daha küçük gruplarla dolaşıyorlardı meydanda. Akılları sekste, gece yarısından sonra artık iyice sarhoş olan genç kızlara sokulup konuşup mıncıklamaya başlıyorlar. Klasik çabalar ama aklı başında olmayan kızlara ancak cesaret ediyorlar, normalde yüz bulamıyorlar çünkü. Türk deyince kaçıyor artık buranın yerlileri. Kötü davranışlarıyla nam salmışlar. Zaten bu arkadaşlar yaklaşınca aklı hala başında olanlar kızları çekip uzaklaştırıyordu. Tabii ailecek gelmiş çekirdek çitleyip (ve kabukları yere atıp) seyre bakanlar da vardı.

Meydandan çıktım. İyice sarhoş olmuş bir Fransız gruba takıldım. Muhabbetleri iyiydi ama iyi dağıtmışlardı. Nancy'den Brüksel'e gelmişler. Onlarla bir birahane'ye gittik, Delirium Tremens, 2000'den fazla bira çeşidi bulundurmakla ünlü bir yer. Biraz Pastis içtim, sonra bir grup Belçikalı gençle muhabbet ederek geceyi kapattım. Sanırım gay olanlarından birisi sürekli bağlantıyı koparmayalım diyordu ama 5 ay oldu, bağlantı koptu yani :)
Sonra eve geldim.
Ertesi gün de şu Taksim'deki taciz olayını okudum netten.
Sanırım bu cinsel açlık gençleri her yerde etkiliyor.
Garip diyemiyorum ama bunu sonra irdeleyeyim bu yazı yeterince uzadı.

21 Nisan 2008 Pazartesi

Turkiye'de yilbaslari

Ocak 2008 baslarinda, o siralar okudugum gazetelerdeki yazilar uzerine yazilmis, o zamandan beri arsivde beklemis bir yazi.
--------------
Yilbasi oldu mu Turkiyede belirsiz bir gerginlik baslar bazi cevrelerde. Yilbasinin aslinda Hristiyan adeti oldugundan dem vurur bir grup medya, kutlanmamasi gerektigini ima eder. Fetullahci kesim alternatif eglenceler duzenler ogrencileri yilbasindaki 'sefalet' seline kapilmasin diye. Cagdaslikla kendini tanimlayan medya da noelin 25 Aralik oldugunu yazar, hem muhafazakar medyayinin cahil hem de insanlarin hayattan zevk almalarina karsi olduklarini ima eder yazilar yazar.
Kutlayan ve kutlamayanlarin yolu o gece cok kesismedigi icin genelde kose yazilarinda durum gecerdi. Son bir kac yildir once Ramazan sonra Kurban bayramlarinin yilbasiyla cakismasiyla daha hararetli gecti bu tartismalar, daha cok yazar katildi tartismalara.
Isin dogrusu Zaman Yeni Safak tayfasi biraz gereksizce yilbasina saldiriyor. Kimse yilbasinda Hristiyan adeti diye eglenmiyor, hristiyanlar da. Yilbasi gayet net insanlarin kafasinda, dini degil ama dine karsi da degil. Sadece insanlar egleniyor, aileyle arkadaslarla bir araya gelmek icin bir bahane oluyor. Icki icenler de var, kluplerde kutlayanlar da evinde kuruyemis meyveyle kutlayanlar da.
Bir not: muhafazakar kesim ne kadar aileyle ilgili la-dini birlesim varsa burun kiviriyor, Anneler gunu vb. Sanki aile birlesimleri dini gun/bayram cercevesi altinda olmali o tekele girmeli gibi bir dusunce var sanki. Ayni sekilde cumhuriyetin bayramlarina da burun kiviriyorlar, son zamanlarda 23 Nisan'la cakisir sekilde Kutlu Dogum haftasi kutlanmaya basladi. 5-10 yil oncesinde yoktu bu, bakalim 29 Ekim civarina alternatif bir olay getirecekler mi :)
Bununla birlikte onlarin da biraz rahatsizlik hissetmelerinin bir temeli var. Kucuklugumden hatirlarim 80li yillarda yilbasinin Hurriyet Milliyet tayfasi tarafindan nasil sisirildigini. Yilbasi agaci diye bir kavrami sokusturdular yilbasina. Christmas agaci vardir, onun da bir dini anlami vardir. Noel'de isi biter, 26 Aralikta agaclarinizi getirin recycle edelim diye her yere ilanlar asilir Amerika'da. Dini anlam yuklu bir kavrami baska bir kisve altinda sokusturdular. Bir baska sacmalik da Amerikalilarin Thanksgiving hindisini yilbasi hindisi diye sokusturmalari oldu. Dunyada baska hic bir yerde hindi - yilbasi iliskisi yok. Modernlesiyoruz adi altinda toplum muhendisligi yaptilar. Boylece muhafazakar kesimin yazarlarini tedirgin oldu, yilbasini sekilsel acidan Xmas'a cevirmeye calisiyorlar insanlari muslumanliktan uzaklastiracaklar dusuncesi yerlesti toplumun o kesiminin aydinlarinda.
Acaba zamanla iki kesimin liderleri de karsi kutuplasmayi azaltip kaynastirici olabilecek mi? Bir tarafin toplum muhendisligini geride birakmasi lazim, digerinin de her seyi din perspektifinden yorumlamayi.

Bir Turk dunyaya bedel

Bruksel'in Turklerin yogun yasadigi mahallesi Schaarbeek denen semti.
Turk yiyeceklerini satan marketler burada oldugu icin yolum arada bir dusuyor ve her gecisimde dayanamayip yine sinirleniyorum. Gurbetci kardeslerimiz (Belgaturkler)'den bir kismi toplumsal yasama dair ne kadar iyi niyet kurali varsa cigneyip terbiye gormemis bir hayvan gibi davranmakta sinir tanimiyor.
Normalde Avrupa'da araba kullanmak rahat bir olaydir, soforlerin bazen temkinde asiri kactigini dusunsem de kimseyi rahatsiz etmemek uzerine kurulu bir sistem vardir. Ama Turk (ve Arap) mahallesinde bu gecerli degil. Buralarda orman kanunu gecerli, kimse kimseye yol vermez, anca alinir. Arabasi daha curuklu, macunlu olanin gecis onceligi vardir cunku kirmizi isikta durmaz, donel kavsakta gecis onceligi falan dinlemez, gecirir.
Yollar iki seritli, iki kenarda teker git gel seritleri var; ortada da tramwayin gecmesi icin yukseltilmis ve ray doseli, arnavut kaldirimi gibi tasli bir kisim var. Bu orta kismi otobusler ve taksiler de tercihli yol olarak kullaniyor. Ama Turk mahallesinde yolda ilerlemenin tek yolu 15-20 santimlik bariyeri arabanizla asip bu kisimdan gitmeniz. Cunku her 50-100 metrede bir bir kardesimiz arabasini yolun ortasinda parketmis gitmis. Inanilmaz geliyor ama adamlar yolun ortasinda arabasini durdurup kenarda isini gormeye geciyor, trafik felc. Tamamen de vurdumduymazlar, hepsi kendi capinda bir polat alemdar, korna calsan ya efelenip ustune yuruyecekler ya da kenardan pismis kelle gibi gulup dalga geceekler. Polis de kaniksamis artik, herhalde ceza yazarak basedememisler yillarca. Sehrin diger kisimlarindaki kurallar Turk mahallesinde gecerli degil.
Tam da bugun tek yon tek seritli bir yolda adamin teki indi, arabasini yolun ortasinda birakti. Arkada otobusler, arabalar 20 kadar araba biriktik, dakikalarca durduk. Ben ne oluyor niye durduk diye bakinirken kardesimiz toto bahis dukkanindan elinde kuponu cikti, arabasina bindi o ve biz gonulsuz kafilesi hareket ettik. Sonucta benim mevcudiyetiyle dunyaya bedel kardesim onemli is icin park yeri arayamakla ugrasacak degil di mi, nasilsa digerleri bedel olarak bekler.
Bir baska konu da gurultu. Normalde yollar sessiz sakinken bu mahallede kornalarla laf atmalarla, ani fren ve motor bagirtmalariyla inanilmaz bir kakafoni var. Nasil bu kadar gurultucu olmayi becerebiliyoruz bilmiyorum. Bir ara sehrin klas mahallesi Ixelles'de dolasirken kormalarla, yuksek sesli muzik yayiniyla bagir cagir bir sunnet / dugun alayina benzer konvoy gecti. Araplar.. Mahalle de tam beyaz zengin Avrupali mahallesi, yani bu Araplarin seslerini duyuracagi kendi cevreleri degil. Belcikalilar bu sacmaliga durup bakakaldilar, gecince kafelerindeki konusmalarina devam ettiler.
Sehrin herhangi bir yerinde sehir icinde diger arabalar 50 ile giderken karsi seride gecip 100+ ile vinn gecen aracin surucusu ya Turk ya da Araptir. Ama buyuk ihtimalle Turktur, Araplar bu kadar pervasizligi gosterecek cesareti pek tasimiyorlar yine de. Ama Turk mahallesinde boyle taskinlik olmaz, cunku hizlanacagi boslugu yakalayamaz, baska bir guzel kardesimiz yolun ortasina park etmistir cunku.
Hic mi yavas gitmez bu kardeslerim? Giderler, giderler, yolun kenarinda gozune kestirdikleri biraz eti gorunen yada hatlari belli olan genc kiz / kadin varsa yurume hizinda eskort moduna gecerler, arkalarinda biriken trafik de konvoy olur. Arabada muzik sesi acilir, hatun kisiye laf atilir.
Otoyollarda surekli serit degistiren, baskalarinin onune kiran, seridi tutturamayip iki seridin ortasindan giden ya da yanindakiyle derin muhabbete dalmis onune bakmayan sofor kimdir sizce? Bir tahmin?
Sadece trafikte bir topluluk olarak yasamanin kurallarina boyle guzel uyum gostermis kardeslerim Avrupalilara eger Turkiye AB'ye girerse yasayacaklari guzellikleri simdiden tattiriyorlar. Onlarin nasil bir hevesle o gunu beklediklerini sanirim biraz daha iyi anlayabiliyorsunuz artik?
Burada aslinda yapmak istedigim Turkleri kotulemek degil. Aslinda biz Turkler biraz da sadece iyi seyler yazanlari seviyoruz, birisi hafiften kotu taraflarimizi yazsa Turk dusmani (ispiyoncu) oluyor. Amacim sunu gostermek, birey ya da toplum olarak kendimizi surekli kurallar ustu, ozel sayiyoruz. Belki yetistirme tarzindan geliyor, anneler cocuklarina dunyanin tek degerli varligiymis gibi davraniyor. Bu toplumsal iliskilerde kurallarin onemli yer tuttugu Avrupa'da cok daha fazla goze batiyor. Sanirim Turkiye'de kurallar islemedigi icin insanlar birbirlerini kontrol ediyor, baskalarinin islerine karismak cok normal bir sey orada.
Sanirim insanlar kurallara uydukca toplumdan bagimsizliklarini kazaniyor. Oznel kontrollerin yerini surecler kurallar aliyor.
Bu konu daha cok su kaldirir, ara ara doner yazarim.

Ekonomi cook iyi maasallah - 2

Bu da Subat 2008 baslarinda yazilmis bir yazi. Arsivdeki yayinlanmamis gunce yazilarini yazmak cok gunce mantigina uymuyor, ama yazmisim bosa gitmesin, bir copy-paste'lik isi var :)
----------------
Bu asagidaki linkler ekonomi konusunda bu donemde okudugum begendigim yazilar. Belki benim goruslerimle uyustugu icin. Ama sizin okumak icin zamaniniz varsa artik guncel olmasa da geriye donuk bir bakis sunmasi acisindan ilginc olabilir.

Ege Cansen - faizler :
Erkan Saglam - veriler ekonomik gidisati gosteriyor:
Kuresel krize onlemler yerine harcamalar ++ :
Krizin Türkiye'ye asil etkisi bundan sonra


Su asagidaki linkler bir finansal deha'nin son yillarda nasil yuksek faizindan para kazandigini acikladigi blogundan. Son 4-5 yilda aciga Cin yuani yada US$ satip YTL alip faize yatirmis. Cok yuksek reel faiz sayesinde cok karli cikmis Turkiye yatirimindan. Bu konsept kimonolu teyzelerimizin de kullandigi yontem.
Ama artik bu gidisatin sonuna geldigini o da sezinlemis sanirim. 2007 sonundaki yazisinda artik YTL'nin deger kaybedebilecegini, buna hazir olmak gerektigini yazmis.
Bunlari sadece nasil soyuldugumuzu, su anki ekonomik balonun nasil sisirildigini ve kimlerin bundan nasil nemalandigini nasil ballandira ballandira anlattigini gostermek icin yazmak istedim.

Financial Whiz: YTL faiz yatirimi:
http://www.thefinancialwhiz.com/2008/01/07/chinese-yuan-carry-trade-currency-basket-%e2%80%93-nine-months-later-and-43-greater/
http://www.thefinancialwhiz.com/2007/12/31/volatile-turkish-lira-position-hedge-it-with-the-hungarian-forint/
http://www.thefinancialwhiz.com/2007/03/16/the-turkish-lira-carry-trade-high-interest-stable-currency/

Ben ekonomik ongorulerimde hep olumsuz beklentileri satin aldigim icin son 5-6 yilda cok kaybettim. Ama olumsuz tarafta olmak da cogu zaman kazandirmiyor. Kendi pozisyonumu hayatin bundan sonraki calkantilarinda daha iyi ayarlyabilecegim umarim.

Ekonomi cook iyi maasallah - 1

Bu Ocak ayinin ortasinda yazmis oldugum ama bir turlu blog'a aktaramadigim bir yazi. O zamanlar Euro hala 1.72 civarindaydi. (Maasi etkiledigi icin cok iyi hatirliyorum) Bakkal hesabiyla ekonomi yonetenler krizde bize bir sey olmaz diye yazinca yazmistim bu alttaki yaziyi.
---------------
AKP iktidari suresince ezilenin yaninda olacagiz, biz 'isi' biliyoruz soylemlerini kullandi.
Ekonomimiz cok iyi deniyor. Borsa iyi gidiyor, dolar 1.60lardan nerelere geldi deniyor. Son 5-6 yilda dolarin diger para birimlerine karsi surekli devalue edilmesi ve dunya piyasasindaki likidite bollugu bu rakamsal sonucu yaratti.
Bu 5-6 yildaki ekonomik surecten sadece bir kac kesim kazandi. AKP'nin finansal destekci kesimi yatirimlarini fazlasiyla geri aldi. En zengin kesime pek dokunulmadi bu surecte. Fakir kesim demek yanlis olur, desteklerle gecinen bir asalak kesim hayatlarinin bir surecini beles gida ve saglik gideriyle gecirdiler.
Ama gercek yasamin icindekiler oyle demiyor. Denizliye son gittigimde ziyaret ettigim akrabalardan surekli esnafin ciftcinin sikayetlerini dinledim, herkes is olmadigindan sikayetci. Ama bu borsa/doviz kuru ortaminda kimse de ben zarar ediyorum diyemiyor, sanirim imparator ciplak denememesi durumu var.

Acaba bu surecin sonuna yaklasiyor muyuz? Dunya kriz ha cikti ha cikacak diye bekliyor, dunya capinda merkez bankalari ekonomi balonu patlamasin diye dort takla atiyor. Bir balon benzetmesini kullanirsak balonda delik oldugunu anladik ve ayni zamanda alttan sicak hava ufleyen isiticilar sustu. Balonun sismesinden nemalanan kesim elinden geldigince uflemeye ve merkez bankalarini halkin parasiyla bu balonu uflemye zorlamaya devam ediyor. Ama bu nefeslerle balon birazcik daha sisip yerden uzaklasiyor. Eger delik havadayken yamanmazsa balondaki herkes yere cakilacagiz, tum aktorlerin nefesi tukenmis oldugu icin bu cakilma yumusatilamayacak. Yok eger para cambazlari geri adim atar da bu nefeslerle kazanilan zamanda balonun deligi yamanirsa balon cakilmayacak ama kaybettigi sicak havanin etkisiyle bir sure yere yakin agir aksak gidecek. Bakalim ne olacak..

16 Nisan 2008 Çarşamba

Hot Fuzz!


Hot Fuzz (IMDB) yeni bir İngiliz polis komedisi filmi. Herkese tavsiye ederim. Uzun zamandan beri beni en çok güldüren film oldu.
Film bir İngiliz filmi ve bu olay yoğunluğundan anlaşılıyor. Sürekli Hollywood filmlerinin tek düze, basitleştirilmiş çizgisinden ve izleyicisinden zeka beklentisini çok aşağıda tutmasından yakınırım. İngiliz fimleri bu bulaşıcı hastalığın ilacı gibi.

Filmde hem Hollywood filmlerinin klişelerine hem de bilgisayar oyunlarının klişelerine dokundurma var. Hikaye oldukça yoğun, hızlı bir akışı var ve izlerken bağlantıları kurmak izlemeyi benim için daha zevkli yaptı.
Son 2 aydır Gloucestershire'de yaşamış olmam da ayrı bir ilginç nokta.

Yine bir başka İngiliz filmi beni bu kadar güldürmüştü. Amsterdam'dayken hostelde bir gece Shaun of the Dead'i izlemiştim ve çok beğenmiştim. İzlemeyenlere onu da tavsiye ederim.
Otla kafayı bulmuş bir grup İngiliz gençle izlemek onların yorumlarıyla daha da eğlenceli yapmıştı geceyi ;)

Cinsel açlık ve ifade özgürlüğü

Nedir bu Türk medyasını ve toplumunu bu kadar seks düşkünü yapan, kadını insanlıktan uzaklaştıran ve sadece cinsel meta haline indirgeyen?
http://www.dusunceler.org/1/2008/04/14/pippa-bacca/
http://www.rusya.ru/tur/index/medya_incisi?id=167
http://www.rusya.ru/tur/index/rusya_gnlr/print?id=84

Yazılardan alttakinde geçen ama pek konuşulmayan bir konu da ciddi gazete olmasını beklediğimiz Hürriyet'in online kısmının rezil hali. Basılı gazeteyi denetlerken online kısmını yeni yetme hevesli gençlere bırakmışlar galiba. Tamamen ciddiyetten uzak yazılar 'İnternet Özel' diye yayınlanıyor. İncir çekirdeğini doldurmayacak konular Foto Analiz diye 40 parçada yayınlanıyor - ki hit miktarı artsın. Ve yazıda geçen anket rezaletleri. Basın ahlakına uymayacak fotoğraflar. Sanki birileri aha bakın iş yaptık diyebilmek için önüne ne gelirse vitrine çıkartıyor.

Sürekli demokrasi lafını ağzından düşürmüyor bir kesim - islamcı mı desem muhafazakar mı karar veremedim. Söz söyleme haklarından, düşünce haklarından, giyim haklarından dem vuruyorlar. Ama nedense savundukları sadece kendileri için kısıtlanan şeylerin özgür bırakılması. Nedense kendi cephelerinden birileri kendi inandıkları sınırlar dışında giyiniyor diye bir kadına en ahlaksız sıfatları savururken bu özgürlük akıllarına gelmiyor, yada örnegin Danimarka'daki karikatür krizinde kimse düşünce özgürlüğü demedi, sırf aynı yada komşu milletten diye alakasız kişilerin mallarını yağmalayıp yakıp yıktılar.
Şu linkteki Avrupalı sağ görüşteki bir yazar kendi bakış açısından İslam adına hareket edenlerin çarpıklıklarını ve kendi devletlerinin bile onları korumadaki acizliğini anlatıyor. İslam adına konuşmak serbest, Hristiyanlığı anlatmak misyonerlik -> boğaz kesilecek. Hristiyanlığı hakir görmek serbest, Muhammedi hakir görmek -> katli vacip.

Müslüman Londra

Bu yazı için önce aşağıdaki linkteki yazıyı okumanız gerek.
Sonra bazı başlıkları karşı yönden ele alacağım. Bir yarı cevap yazısı yani bu.

http://www.timeout.com/london/features/2993.html

Public health: İslam temizliği emrediyor kağıt üzerinde ama takipçileri temiz mi? Arap emirliklerinin turistik mekanlarını uzakdoğudan getirilmiş yarı köle gibi çalışan işçiler temizlese de Pakistan'a giden herkes her yerden pisliğin nasıl fişkırdığını anlatıyor. Keza Kuzey Afrika ülkeleri. Sorun sadece maddi imkansızlık değil, Türkiye'de de kıta Avrupasında da İngiltere'de de gördüm, islamı öne çıkaran memleketlerin insanları fiiliyatta temizliğe daha az özen gösteriyor.
Alkolü yasaklamak yolunda Ak Parti iktidarı da çabalıyor. Ama sorun özgür irade meselesi. (A Clockwork Orange) Konu sadece fiziksel zararsa sigarayı tamamen yasaklamak, sağlığa zararsız esrarı da serbest bırakmak gerek. Sağlığa zararsız domuz etine ne demeli?
Ecology: Komedi. Neden islam şehirlerinde park yok o zaman: Neden ben en büyük ve güzel şehiriçi parkları hristiyan Avrupa ve Amerikada gördüm. Neden benim müslüman kardeşlerim kendi zevkleri için ormanları pisletip içine ederek piknik yaparken Avrupalılar temiz temiz kullanıyor. Neden sadece ben ülkemde tarla açmak için orman yakıldığı haberlerini okuyorum? Neden son yüzyılda Türkiyenin orman miktarı azalırken Avrupanın artmış?
Education: Bir kişinin aslında bizim dini okullardakiler daha iyi demesine bağlı olarak eğitim iyiye gider demiş. Osmanlı eğitim sisteminden biliyoruz dini eğitim ne getirir. Zaten dünya bugünkü teknolojisini hep İslama borçlu..
Food: Hakkaten iyi konuya parmak basmış. Herkesi mecburi olarak Güney Asya yani Hint mutfağına talim ettirelim. Sonuçta tek İslam memleketi ora ve herkes İslama geçmeden bu leziz yemeklerin tadına varamayacağız. Tek sorun, herkes alışana kadar sokaktaki kusmukları kim temizleyecek? Ah pardon.. Pakistan gibi yapacağız, sokakta kalacaklar. Allah kerim..
Inter-faith relations: İslam sadece azınlıkta olduğu toplumlarda diğer dinlerle iyi geçinirmiş gibi yapıyor. İslamın hakim olduğu çok kutupluluğa pozitif yaklaşan bir ülke var mı? Bir İran vardı yahudilerini biraz yaşatabilen; onlar da öne Bahai'leri sonra Yezidileri temizlediler şimdilerde Yahudilere hadi bakalım demeye başladılar. Sonuçta sırayla herkes imana geliyor.
Arts: İslami sanatlar denince zaten hep aynı olay: çanak çömlek, halı kumaş ve hat yazıları. Güzel değil demiyorum cidden güzel şeyler var, sanatkarın malzeme sıradanlığının çok ötesine taşıdığı eserler var. Ama bence sanat insanda uyandırdığı duygularla değerlidir. Hiç bir kilim yada hat tablosu beni Amsterdam'da gördüğüm Picasso tablolarının yada British museum'da gördüğüm dev Asur heykellerinin uyandırdığı duyguların yanına bile götüremedi. Geçende Brüksel Botanik parkında bir dizi köylü kız heykelinde yaşam zorluğunu gördüm ve hissettim. Ama kızın göğüs yumruları belli oluyordu, oysa bizim İslami belediye başkanlarımızın sanat değerlendirmesi tükürükle oluyor, 5 tükürük almış heykellerimiz bile var.
Hala sinir olurum, tarihi ve sade ama çok güzel bir sembolü kaldırıp bir ucubeyle şehri donattılar.
Social justice: Gerçekten buna diyecek bir laf yok. Herkes fakırliği paylaşmakta eşit. Gördüğün, konuşan herkes fakir yada fakirlikten dem vuruyor, ben fakir kulunuz demek erdem sayılıyor. Diğerleri ortada görünmüyor sadece. Irak'ta Ürdün'de Yemen'de çocuklar saçları bit içinde açlıktan ilaçsızlıktan kırılıyor diplerindeki petrol zengini yapay ülkelerin dombili şeyhleri bir taraflarını altın suyuyla yıkarken hayır olsun diye İngilizlere stadyum yapıyorlar, genç Rus kızlarını fakirlikten kurtarıp çöldeki modern hayatın yaylı konforlarıyla tanıştırıyorlar. Bu arada kendi genç kızlarının erdemlerini korumayı ihmal etmiyorlar. Brunei'nin hayırsever emiri paracıklarını ve lüks hayatını İngiliz ordusuna para vererek yanıbaşındaki aç komşularından korutuyor ve böylece zavallı 18lik İngiliz delikanlıları ve Nepal gurkalarının karnından sıcak çorba geçiyor. Gözlerim yaşardı, bir ağlıyayım önce de sonra devam edeyim.
Race relations: Hakikaten de öyle. Her ırk eşittir, ama bilen bilir Araplar daha bir eşittir.

Neyse, ne bu adamın yazısı bir ciddiyetle yazılmış ne de ben cidden oturup onu çürütmeye çabaladım. Ama batı kaynaklı İslamı biraz olsun över gibi olan yazıları mal bulmuş Magribi (*) gibi arş-ı Ala'ya çıkartan kardeşlerimiz bunu ciddiye alırlarsa eğer farklı yorumları da midelerine indirebilecekler mi diye merak ettiğim için ve biraz da akşam akşam sinirimi çıkartacak yer aradığım için bu yazıyı düzmüş bulunuyorum.
Kusurumuz var, biliyorum. Affola.

(*) Bu lafı nedense pek sever İslamcı yazarlar, onun için kullandım. İslamda hiiiç ırkçılık olur mu caanım.

28 Mart 2008 Cuma

Teknoloji, globallesme vs

Bir suredir calistigim sirket ST'nin 20 yili serefine bir fotograf albumu bastirmislar. Bugun dagittilar soyle bir goz attim.
Dunyanin her tarafinda gelistirme ofisleri var bu global Fransiz-Italyan sirketinin. Fotograflar Arap emirliklerindeki ofis penceresinden sokaktan gecen kapali kadinlarin fotografi var, ve icerde turbanli bir genc muhendis kiz kulaklikla muzik dinleyip sanirim Visual Studio'da kod yaziyor. Bir baskasinda sakalli ve turbanli bir Sih elinde, ihtimal kendi gelistirdigi, kucuk bir PCB tutmus, gurula gosteriyor. bir baskasinda bir Hintli kiz guzelim sarisi icinde, kolunda dirseklerine kadar bileziklerle bir lab bench'inde calisiyor. Bir baskasinda sunucu rafdolabinin camindan yansiyan goruntusuyle sirin bir Cinli minyon kiz gulumsuyor.
Diger fotograflar dunyanin her yerinden, birinde 3 farkli irktan insan laboratuvarda bir seyi tartisiyorlar. Sanirim Belcikadan, bir adam bisikletiyle ve ozel ayakkabilari - sortuyla ofise girmis. ingiltereden, benim oturdugum yerin tam 1 kat altinda, bir muhendis arkadas insan boyunda pembe flamingo pelusuyla ofisine biraz kisisellik eklemis. Bir Istanbul ofisleri de var, ama fotolarda fark edemedim. Giris sayfasinda da italyan CEO magrur bir edayla poz vermis.
Bir dunya devi sirket ayni zamanda global bir insan mozaigi.

Bunlara bakarken niye Turkiye teknolojinin gelismesinden az pay aldi, yapabilecegi cok sey varken niye cost reduction merkezi olarak kaldi bunlari dusunyorum. Hindistan Cinden daha pahali degiliz artik, oralara oranla gayet iyi bir muhendis altyapimiz var. Genc arkadaslar aslinda bence gayet iyi yetisiyor, ama tecrube kazanacaklari cok ortam bulamiyorlar.

Bir ara Turkiyede teknoloji politikasinda yanlis oldugunu dusundugum konulari yazacagim. Bir baska zaman da Turk sirketlerinin cogunda gordugum yonetici zaaflarini.

Niye bos burasi?

Uzun zamandir yazmiyorum - ki zaten okuyan kimse de yoktur ama..
Elimde baslayip da yarim kalmis 10a yakin blog yazisi var, bir o kadar da yari olgun dusunce.
Sonunu getirememin sebebini buldum.
Yazilarimda hep bir sonuca varmayi hedefliyorum, konunun cesitli yonlerini ele almayi amacliyorum. Ama hayatta hic bir sey oyle degil, konu kapanimiyor. Bu nedenle de hepsi yarim kalmis.
Ingilteredeyim 2.5 aydir, gozlemlerimi yazmaya basladim ama bitiremedim.
ingiliz (kapitalist) ve belcika (yari sosyalist) ekonomik duzeni ele almak istiyorum, bir ara yazacagim. Gezilerimi yazmak istiyorum.
ama baslamayinca olmuyor.
Bundan sonra elimde internet erisimi oldukca, aklima gelen seyi ham da olsa, sonuca vardirmasam da, bir statement haline getiremesem de yazmaya calisacagim. Arkadaslarin bloglarina yazdigim yorumlar gibi. Iddia degil sadece kendi acimdan dusunduklerimi / duyduklarimi yazacagim.
Umarim boyle daha iyi olur.

17 Şubat 2008 Pazar

Hurriyet uzerine

Ingiltereye geldikten sonraki gozlemlerimi yazmak istiyorum. Ama uzun surecek, umarim bir ara zaman ayirabilirim. Ve 4-5 aydir turban konusunda dusunduklerimi de bir ara yazmak isterim. Ama simdi kisa bir not dusecegim.
Surekli Hurriyet yazarlarini okuyorum, diger gazeteler icin zamanim yok. Mehmet Barlas'in ne firildak oldugunu su yazi gosteriyor. Ertugrul Ozkok'un seckinci tavirlari da ona saygi ya da sempati duymayi zorlastiriyor. Sukru Kizilot'un incir cekirdegini doldurmayan vergi yazilari nasil boyle devam edebiliyor anlamiyorum, adam zaten konu cikarmak icin olmayacak yorumlar yaziyor surekli. Ahmet Hakan nasil TRin en buyuk gazetesine yorumcu olmus anlamak mumkun degil, yazilari sigligini hemen belli ediyor, bir sey yazip eline yuzune bulastirdiktan sonra bos kulhani laflarla ustunu ortuyor hemen. Yilmaz Ozdil'in su ve su yazilarini begenmistim, o zamandan beri okuyorum ama tek yaptigi bir konu uzerinde internetten veri toplayip kosesinde dosemek gibi geliyor artik. Oktay Eksi acmiyor, cok kalipci dusunuyor. Bekir Coskun'u begenmiyorum. Hadi Uluengin, yillardir denk geldigimde okuyorum ve kalitesi beklentilerimi karsilamiyor. Artik okumamin tek nedeni eski dili unutmami saglamasi. Mehmet Ali Birand, olaylari surekli AB bakis acisiyla yorumlamasiyla bana her seyi CIA komplosu olarak goren eski MITci Mahir Kaynak'i hatirlatiyor.
Tufan Turenc, Yalcin Dogan ve diger bir kacini hic okumuyorum. M. A. Yilmaz'i daha okumaya baslamadim, okudugum bir iki yazisinda gayet iyi duruyordu.

Ama bunlara ragmen okumaya degecek bir iki yazar var. Ilter Turkmen ve Ege Cansen, haftada 3 gun yazsalar da en okunur yazarlar. Belki artik ununu eleyip elegini asmis olduklari icin farkli bir bakis acisi sunabiliyorlar. Ve Cengiz Candar, o da ic politikada surekli iktidarin suyuna gitse de asil uzmanligi olan dis politika konularinda okunur yazilari var. Ve Yilmaz Ozdil, giderek begenmesem de hala okumaya devam ediyorum cunku elestri yazilarini halkin okuyacagi bir dilden yaziyor. Sonucta ben yaziyor olsaydim bu halktan kimseye okutamayacagimi biliyorum. Adam halkin lisanina gore yaziyor ya da telekom lisanindan konusursak kisitli code alfabesi ve SNR dusuk bir kanalda anca bu yapilabiliyor.

Neyse, kisa bir not dusecektim, ekonomi yonetimi hakkinda ama kendimce Hurriyet'in karnesini cikardim. Sanirim gercekten bazen yaziya baslayinca nasil gidecegi belli olmuyor. O yazacagim notu sonra yazayim.

25 Ocak 2008 Cuma

Nerde kalmıştık...

Çok zaman olmuş gerçekten son blog yazısından beri. İki ay. Bu zaman diliminde buradaki projeyi kapattım, Türkiyeye gittim, Belçikada yılbaşını geçirdim - ki aslında ilginç geçti (*). Bir süredir İngiliz bürokrasisi ve Belçikalıların uyuzluğuyla uğraşıyorum. Bu Belçikalılar ağırkanlı ve cidden yavaş iş yapıyor, sürekli istediğin işi takip etmen gerekiyor. Neyse sonunda iş izni ardından vize halloldu, bu haftasonundan itibaren İngilterede olacağım 2 ay kadar.
Artık bir notebook var elimde. Bundan sonra internet bağlantım düzenli olursa Bristol izlenimlerimi yazarım. Tabii çok eğlenceliyse belki de yazamam :)

(*) Ayrı bir post olacak artık.