4 Aralık 2007 Salı

Cashback


Cashback (2006) uzun bir aradan sonra izledigim ilk filmdi. Farkli bir yaklasim, Ingiliz filmi. Cok hosuma gitti. Hayata farkli bir bakis. Ozellikle sanat okumanin naturmort algisini kattigini soyledigi sahne guzeldi, gercekten de oyle guzel anlar var hayatta. Yeterince eglendirici oge var. Ve tabii guzel kadin vucutlari. American Pie formulu gibi cig degil bence.

Estetik olarak guzel gercekten kadin vucudu(*). Amanin millet yoldan cikacak diye kadinin surekli ortulu ve baski altinda tutuldugu, cinselligin tu kaka edildigi, cagrisimlari nedeniyle heykellere tukuruldugu bir toplumdan geliyoruz. Ama tam da gerildigi yerden patliyor elbise. Toplumu kontrol altina almak icin insani bir his olan sehveti bastirmanin yansimasi, belki de faturasi bunlar.
Sonucta eglencelik de olarak izlenebilecek, ama cok sig olmayan bir film.
Introspection (ic hesaplasma?) iceren filmleri seviyorum. Daha dogrusu ic dusuncelerin anlatiminin oldugu filmleri. Sanirim cogu insani anlamakta zorluk cektigim icin bana ilginc geliyor. Ben cok rahatim, belki de basitim, soyledigimle dusunduklerim aynidir, genelde de filtrelemeden soylerim dusunduklerimi, soyleyemezsem de susarim. Insanlarin kendilerini rahatca ifade edebilmesini isterdim, ama sanirim bu hayat bir maskeli balo olarak devam edip gidecek.
(*) Fit, orantili kadin vucudu guzel geliyor da asiri kilolu ya da orantisi bozuk kadin vucutlari niye o kadar goze hos gelmiyor? :) Niye guzeli iyiyle denk tutuyoruz? Niye guzel kadinlarin o bedeninin icinde bir insan, bir ruh oldugunu unutuyoruz? Guzellik bir lutuf mu yoksa guzel kadinlari belli kaliplara itip yaftalatan, onlari insanlarin gozunde bir meta olmaya indirgeyen bir bela mi?
Zor sorular..

2 Aralık 2007 Pazar

Bir adim daha

Uzun zamandir bir sey yazmadim. Sanirim artik pek contrast gormuyorum, daha dogrusu onemsemiyorum. Aslinda goruyorum, yazabilecegim 4-5 konu basligi da hazir, ama zaman / alet yok. Turk gencligine imkan verilse :P (Flamanlar, Belcikanin tarihi ve bolunmesi, ilkokullar ve cinsiyete bakis, F1 gezim, burokrasi) Neyse sonunda yeni apartmanimiza tasindik, ilk hengameyi de atlattik sayilir, cok rahatladi yasama kosullarimiz. Ev isitmaca partimizi bile verdik dun. Dilerim bundan sonra daha rahat olurum.
Derken yine rahat olamayacagim.. Yilbasindan sonra 3 ay Ingilterede olacagim proje icin. Aslinda uzun zamandir orayi gormek isterdim ama bu 3 ay biraz uzunca olacak. Artik oranin kontrastlarini farkliliklarini yazarim.

27 Ekim 2007 Cumartesi

Akl-i Selim

Mehmet Ali Birand'in bir yazisi (Orijinali):

Hepimiz birer uzman kesildik. Kimimiz harekatın nasıl yapılması gerektiği hakkında askere ders veriyor, kimimiz ekonomik ambargo ile bu işin içinden kolaylıkla sıyrılabileceğimizin derslerini veriyor. Oysa madalyonun öbür tarafına bakınca, işin hiç de kolay olmadığı anlaşılıyor.


Ünlü bir deyişimiz vardır.

Ağzı olan konuşuyor” deriz.

Bunun anlamı, bilenin de bilmeyenin de konuşmasıdır.

Şu anda tamı tamına böyleyiz.

Bilen de konuşuyor, bilmeyen de.

Üstelik hepimiz uzman kesildik. Genelkurmay’a nasıl müdahale etmesi gerektiğini anlatıyoruz... Diplomatlara dış ilişkilerin nasıl yürütülmesi gerektiğinin derslerini veriyoruz... Siyasilere de kriz yönetimini öğretiyoruz.

Bu arada en çok konuşulan konu, Kuzey Irak’a uygulanacak ekonomik ambargo.

Kapat Habur’u, kes elektriklerini bak nasıl inim inim inleyecekler. Önce PKK’yı kovarlar, sonra da gelip ayaklarımızı öperler...”

Hangi TV’yi açsanız, hangi gazeteyi okusanız bu yaklaşımlarla karşılaşıyorsunuz.

Herkes bu işin çok kolay olacağını düşünüyor. Kimse, madalyonun öbür yanını merak etmiyor.

Kuzey Iraklılar’ı, Alman veya Fransızlar’la karıştırıyoruz. Hayat standartlarındaki bir düşmenin onları çok etkileyeceğini sanıyoruz. Sanki elektrikleri bir süre kesilirse mahvolacaklarını, yiyecek sıkıntısına düşerlerse teslim olacaklarını sanıyoruz.

Kuzey Irak Kürtleri’nin çok uzun yıllar elektriksiz ve yoksul yaşadıklarını, şimdi de kıtlığa dayanabileceklerini ve bir süre sonra da, diğer komşu ülkelerinden ihtiyaçlarını şu veya bu şekilde karşılayabileceklerini hiç düşünmüyoruz.

Kuzey Irak ile yılda 2,5-3 milyar dolarlık ticaretin kesilmesinin asıl Güneydoğu’yu vuracağını, hatta şimdiden bölgenin ayağa kalktığını, ekonomik ambargoya karşı çıktığını görmüyoruz.

Bugün Kuzey Irak’ın elektriğini kesen Türkiye’nin, yarın Avrupa’ya gidecek doğalgaz akımını da kesebileceğini düşünecek yabancı ülkelerin, Türkiye’yi enerji koridoru yapmaktan vazgeçebileceğini, adım atarken 2-3 defa düşünmeye başlayacaklarını hiç hesaplamıyoruz.

Üstelik Kuzey Irak konusunda Türkiye’nin hedefi hiçbir zaman Kuzey Irak Kürtleri’ni cezalandırmak değil, yönetimi ikna etmektir. Ekonomik ambargo uygulaması Irak Kürtleri’ni izi kolay kolay silinemeyecek şekilde Türkiye’ye düşman edecektir.

Kuzey Irak’a ekonomik ambargo PKK’yı bu ülkede etkisizleştirecekse, mutlaka uygulanır ve uygulanmalıdır. Kimse bunu tartışmıyor. Ancak, bu yönde adımımızı atarken nereye bastığımızı da iyice görmemiz gerekir.

Unutmayalım ki, Kuzey Irak’a ekonomik ambargo bumerang gibidir.

Karşınızdakini vurmak için fırlatılır, iyi hesaplayamazsanız bir de bakarsınız geri dönmüş ve sizi yaralamıştır.

İşte buna bumerang denir.


15 Ekim 2007 Pazartesi

Biz gideriz Irak'a hey Irak'a

Geçen yazımı yalanlar gibi olacak ama biraz politika yazacağım. Düşününce paralel iki blog yürütemeyeceğime karar verdim. Zaten herhalde burayı okuyan iki üç kişi de başka yerlere gitmezdi.
Her şey burda.

Bu Irak'a sınır ötesi operasyon ateşini anlayamıyorum.
Gazeteler halkı geriyor, ortamı şişiriyor, milliyetçilik duyguları kabartılıyor.
Bir grup kendini çok büyük gören zümrenin duyguları özerinden oynanıyor, siyasiler de artık bu rüzgara direnemediler. Sonuç getirmeyecek bir tür kendini tatmin operasyonu. Sonuca götürmeyecek, amacı belli değil, çok daha kolay alternatifler var ve bu halde içine atlanılacak kuyunun dibi belli değil.

Sonuca götürmeyecek, çünkü bundan öncekiler de sonuç getirmedi. Daha önce de gidildi, mağaralar milli servet bombalarla dövüldü (ekonomik maliyet korkunç, ama ona girmeyeceğim), operasyonlarda askerler öldü, bir şekilde dağa çıkarılmış PKK'lı yine TC vatandaşı gençler öldürüldü, lider kadrolara ise hiç bir şey yapılamadı. Örgüt ölenlerin yerine yeni eleman toplayınca bir sonraki yaz sil baştan oldu herşey. Bu arada kış geliyor, kışın ne operasyonu olacak? Boş mağaraları topçu ateşiyle dövüp bakın kökünü kurutuyoruz mu denecek. Bu galeyan niye birdenbire.

Amaca götürmeyecek, PKK'ya karşı en büyük ve en etkili darbe Apo'nun yakalanması olmuştu. Bunu da zor kullanma tehdidi altında diplomasi başarmıştı. Terörün sosyal ve ekonomik kaynakları var. Onlar dururken ayak takımına yönelik sığ düşünceler ve duygu selleri içinde yapılacak bir operasyon aslında kimin işine yarayacak?

Kuyunun dibi belli değil. Birileri sanki pikniğe gidiliyormuşcasına sınır ötesi yapalım diyor. Bir suçlunun sıcak takibi bir kavram, aylar öncesinden hazırlık yapıp, kanunlar çıkarıp büyük bir ordu gücüyle başka bir ülkenin toprağına girmek başka bir kavram. Türkiye uluslararası arenada bunu nasıl açıklayacak? Sonra kendi toprak bütünlüğüne başkaları tecavüz ederse bunu nasıl kime şikayet edecek? Şimdiye kadarki tüm operasyonlarda Peşmergelerle işbirliği yapıldı, onlarla hiç doğrudan çatışılmadı. Şimdiyse onlar karşı tarafta, ayrıca meşruluğu su götürse de çok milletli bir askeri güç var orada.

Örgütün ekonomik kaynakları azalınca, siyasi destekçileri el çekince yıllar boyu tek bir etkinlik gösterememişti. Noktasal, düşük çaplı intihar eylemcilerine kalmıştı işi ki polis istihbarat tecrübe kazanınca bunların da çoğu önlenir olmuştu, 6-8 ay öncesine kadar.
Bir anda terör arttığına göre sahnede yeni bir piyes, yeni bir kuklacı var.

Açık sorular..
Türkiye girerse Iraktaki kargaşa artacak mı yoksa Irak halkı için bütünleyici bir faktör mü olacak? ABD'nin yerine ortak düşman koltuğuna Türkiye oturacak mı? ABD Irak bataklığından elini yıkayıp çıkacak mı? Ya da Araplar kendileriyle kader birliği etmeyen Kürtlere sırt dönecek mi? Kürtler bu olası durumu Kürt milliyetçiliğini şişirmek için kullanıp Araplarla yollarını ayırmak yolunu seçecek mi? Barzani bu nedenle mi PKK'yı besler konuma geçti, TR karşısında sert çıkışlar yapıyor?
Daha önceki hiç bir operasyonda 20 Km ötesine gidilmemişken şimdi çap büyüyecek mi? Olay uluslararası savaşa dönüşürse fatura kime çıkacak? Buna oy verecek vekiller neyi oyladıklarının yeterince bilincinde mi?

Ben nedense bu tezgahın arkasında bir müşteri olduğunu düşünüyorum.
TR amacı Irak'taki PKK varlığını ve oradan gelen rahatsızlığı kaldırmaksa eğer, bunun tek yolu askerlerle oraya dalmak olmamalı. Türk askerinin canı o kadar ucuz değil.
Kuzey Irak'ın elektiriği tamamen Türkiyeden gidiyor, gıda ihtiyacının yarısından fazlası, diğer tüketim malzemelerinin de büyük çoğunluğu. Türkiye'ye karşı efeliğe kalkan Kürt yönetiminin en büyük gelir kaynakları Türk ürünlerinin geçişinden aldıkları vergiler ve Türk kamyonlarına sattıkları petrol ürünleri. İranla ticaretleri yok, Suriye ve Irak'ın geri kalanıyla çok az. Türkiye verdiklerini keserse rahatlıkla onları ortaçağ koşullarına indirebilir. Elektiksiz, susuz, aç toplumun istekleri karşısında birileri politikanın, halk yönetmenin ne olduğunu öğrenir ve misafirlerine faklı bir gözle bakmaya başlar diye düşünüyorum.

Gaddarca mı? Sert mi? Evet. Ama gerektiği kadar. Kurşun, top mermisi, tabut çivisi kadar sert değil. Bence kısa vadede etki için alternatifinden daha iyi, faturası TR için çok daha hafif bir eylem.
Kendi askerinin canına değer veren, oraya buraya sürmeyen birilerinin uygulayabileceği bir yöntem. Yakın zamanda Yugoslavya'da, Kosova'da, Somali'de gayet güzel kullanılmıştı.
Uzun vadede ise güç kullanımı hiç bir şey çözmemiş, tarih bunu gösteriyor hep.

7 Ekim 2007 Pazar

Ahoy!

Bu haftasonu şirket etkinliği kapsamında Nieuwpoort'ta yarış yelkenlileriyle yarıştık.

İlk defa bir yelkenliye binişim oldu. Denizin ortasında mazot kokusu olmadan ilerlemek çok güzel. Motorlu teknelere benzemeyen, titremeyen, çok rahat bir kayışı vardı teknenin.

Yarış tipi tekneler küçük, bu resimdeki kadar. Sürekli bir hareket, yapılması gereken bir iş var. Ekip çalışmasının, liderin görev paylaşımı yapmasının önemi, ekip içi iletişimin önemi bir anda göz önüne çıkıyor. Bence şirket aktivitesi olarak çok uygun düşen bir olay.

Herkese de bir iş var, kimse oturup seyre bakıp gidemiyor, oturma yeri de yok. Olsa da zaten bu olası da değil, manevralarda tekne içinde hızla yer değiştiriliyor. Fındık kabuğu kadar bir tekne, bir o iskele kenarı üzerinde gidiliyor bir sancak. Bu resimdeki yine büyük, bizim kullandığımız daha küçüktü ve iyice yatırdık. Teknenin bazen bir tarafı suyun içine girecek gibi oluyordu, o durumlarda benim görevim ana yelkenin halatını salmaktı (ve tabii dönüşten sonra tekrar germek). Tekne yön değiştirirken alttan kayıyordu sanki, bir anda düz duvara tırmanır gibi diğer tarafa geçiyorduk.

Aslında bayağı azimli bir ekiptik, ilk yarışta açık ara 1. geldik. Biz bitirdiğimizde yolun yarısını alamamış ekipler vardı. Ama ikinci turun başlamasını beklerken alttaki fin (yüzgeç?) karaya değdi, yani karaya oturduk. Bir anda durduk, iyi sarstı. Rüzgar tekneyi iyice sallamaya başladı, hemen yelkenleri toparladık, arka taraf ağır gelince teknenin önünde toplaşıp bizi çekecek motoru bekledik. Bu da hayatın bir gerçeği, çok çabalasan da ele olmayan faktörler seni engelleyebiliyor. Bu arada benim gömlek de okyanusla bir oldu.

Denizin ortasında şehri uzaktan görmek, yüzlerce teknenin ortasında dolanmak güzeldi. Tabii hep aklımda bunu Ege'de arkadaşlarınla yapmak kat be kat güzel olmalı düşüncesi vardı.

Aslında İstanbul bu tip aktiviteler için mükemmel bir yerde.
Biz 2 saat yol gittik, Avrupa'nın ortasındaki başka sirketlerden uçakla gelenler olyormuş. Haliyle onlar daha üst kademedir. Düşününce iklimi, denizi ve böyle bir aktiviteyi besleyecek çok sayıda şirketi ile İstanbul'da iyi bir potansiyel var. Ama sanırım bu tip aktif etkinliklere pek alışık değil Türk şirket kültürü.
İlgilenenler için, www.sailingteam.com

5 Ekim 2007 Cuma

Baba bir masal anlat bana..

Nedense bugün düşünürken buradaki bir çocuğa masal anlatamayacağımı farkettim. Kelimeler belki çevrilir de anlamı aktaramam. Buralı çocuk anlamaz gözlerle bakar.
Masal bir kültürün temel parçalarından biri.

Masalları küçümsemek büyük hata.
Masallar güzel bir anlatım yoludur.
Çocukları eğlendirirken eğitir.

Devler, periler, cadılar, konuşan ağaçlar, sihirli güvercinler, kanatlı atlar, altına dönüşen taşlar, taş olan insanlar. Bizlerin gülümseyip geçtiğimiz bu varlıklar beyni açık, henüz gerçeklerle kısıtlanmamış çocukların aklında bizim arabaların beygir gücünden, hisse senetlerinden, sanal alemden daha gerçektir.

İyiliğin eninde sonunda üstün geleceği hikayelerle ahlak değerleri katılırken bu hikayedeki kahramanların şahsında büyüklere saygı, toplum içi kurallar vb toplumu toplum yapan kurallar öğretilir. İyi görülenler yanında kötülerin şahsında da toplumda beğenilmeyen davranışlar ayıplanır.

'Büyüyünce' masalları beğenmememizin ana nedeni iyilerin mutlak iyi kötülerin mutlak kötü oluşudur. Büyürken hayat bize hayatın siyah beyaz olmadığını öğretir. Aslında siyah ya da beyaz da yoktur, her şey grinin tonları. Düşünmeyi sevmeyenler bu siyah beyaz yaklaşımını çok sever, her şey siyah beyaza indirgenince kolaydır çünkü. Düşünmeye paydos. Hüküm verildi.
Düşünmekten vazgeçemeyenler griye mahkumdur oysa. Olaylardaki kişilerdeki düşüncelerdeki griliği farkedebilenler o siyah beyazın huzuruna kavuşamaz.

Çeşitli konulardaki düşüncelerimi yazmak için yeni bir blog adresi aldım.
grikose.blogspot.com
Gri köşe çünkü gri maddeyi kullanmak istiyorum.
Gri köşe çünkü elden geldiğince bulanık olarak düşüncelerimi yazacağım.
Farklı konuları ele alacağım. Şimdiden aklımda 5-6 konu var.

Bu blog gibi kişisel anı blogu olmayacak.
Ortak yazı yazmak isteyenler varsa seve seve açarım.

ps. Yapabiliyorsanız bu hafta bir çocuğa masal anlatın :)

14 Eylül 2007 Cuma

Vallonya ve Liege

Yazacak zaman bulmak zor oluyor ne yazık ki.
İki hafta önce postdoc yapan bir arkadaşı görmek için Liege'e uğradım pazar günü.
Liege Valonya'da, Fransızca konuşan bölgenin en büyük, Belçika'nın 3. büyük kenti. Haut Ittre haricinde Valonya'ya ilk gidişim. (Onu da yazamadım ama çook şirin bir kasabaydı)
Çok sayıda otoyolun kesişiminde olan şehre girmek kolay olmadı, önce merkezi geçip Lüksemburg yönünde gittim. Çok sayıda uzunca tünellerden geçtiğim için hemen dönemedim. U dönüşünden sonra arkadaştan aldığım adresi arandım 1.5 saat kadar. GPS yoktu, telefonla adres girip internetten baktırdım. Fransızlar için burnu büyük, asla başkalarıyla ilgilenmez derler ama Valonlar gayet yardımsever. Konuştuğum bir kaç genç kız yardımcı oldu. (Bir ara bu kızları da anlatmam lazım) O kadar aradıktan sonra adresi buldum. Tarif veren kişi Rue de Agnes yerine telefonda Rue de Fagnes anlayınca şehrin diğer tarafında alakasız bir yeri bulmuşum... (☻*$#~♥◘!!!)
Boşa geçen 2 saat, sonra şehir merkezine girdim. Tarihi bölgeden girmişim, ortaçağdan kalma daracık sokaklarda dolaştım arabayla.
Çok ilginç, aynen korunmuş. İnsana soluduğu hava bile farklı geliyor o ortamda. Tarihi, estetik ama ne yazık ki modern hayatın konforuna uzak evler. Bu güzel mekanlar düşük gelirlilerin yaşam mekanı olmuş, ama yıkılıp üzerine apartman kondurmalarına izin çıkmamış. Şehrin ortasından bulanık bir nehir akıyor, üzeri eski ve yeni köprülerle donanmış.

Sonunda arkadaşla buluştuk. Buradaki doktoranın çok zorlamadığını, öğrencilerin seviyesinin orta düzeyde olduğunu, çok sıkılmadan doktora vs yaptıklarını, bu süreçte devletten yardım ve asistanlık maaşı aldıklarını öğrendim. Amerikadaki pazaryeri ticaretine dönen akademik ortama göre hoşuna gitmiş anladığım kadarıyla. Ama yakında ODTÜ'de hocalığa başlayacak. Bu son zamanlarda Amerikadan doktorasını alıp dönen 7. ya da 8. arkadaşım. Eğer US kendini var eden teknolojik önderliğine dışakorku ve içe kapanarak sırt dönecekse 10-15 yıl sonra bu zamanlarını bile çok arar. Amerika doğu kökenli araştırmacılara sırt dönerken Avrupa şimdiye dek kapalı duran kapılarını açıyor.
Bir Vietnam restoranında hoş bir yemekten sonra katedral meydanında biralarımızı yudumladık.

Valonya'ya ikinci yolculuğumdan da olumlu dönüyorum.
Belçika kesinlikle latin ve cermenik kültürlerin kesişiminde. Nedense Valonları daha neşeli, sıcak ve insani, Flamanları soğuk ve uzak bulduğumu farkettim. Kızlara gelince, flaman kızları genelde daha uzun boylu, ince yapılı, modern hayatın bize empoze ettiği çekici imajına çok uyan ama donuk, soğuk, önyargılı ve pek gülümsemez tipler. Valon kızlarını biraz daha balık eti ve kısa, daha konuşkan ve neşeli, görünüşe önem veren ve dişiliklerini çok daha etkili kullanan diye tanımlamak olası. Genelleme yapmak hatalı, tabii ki mutlak değil. Bu sadece benim ilk izlenimlerim. Toplumlar hakkında genel bir iyi kötü yorumu gibi gelmesin; örneğin Flamanlar sonuna kadar dürüsttür, ama diğer taraftan arada küçük goller yiyebilirsiniz kaçırırsanız.

24 Ağustos 2007 Cuma

İbiza Güncesi

Bu yıl sadece bir hafta (unpaid) tatil yapma olanağı oldu.
İbiza'da geçirdiğimiz sürede günce şöyle:
Pazartesi gece varış.
Salı, San Antonio yerel plaj (çok kötü, liman dibi) + Amnesia'da Armin van Buuren Paul Oakenfold
Çarşamba bitkisel bir gün ;)
Perşembe gündüzü hatırlamıyorum :) gece Privilidge'de Monzi parti. Amnesia'ya gitmek lazımmış..
Cuma, Playa Cala Grecia (fena değil), gece iptal olan Amnesia sonrası Eden
Cumartesi, Playa Cala Bossa (güzel plaj), gece Privilidge Tiesto'nun dünya turu konseri
Pazar, yine Cala Grecia ve dönüş uçağı.

İngilizler kendi grupları içinde eğleniyor. Oğlanları sıkıcı ve sünepe, kızları beyaz tenli fazla kilolu ve ayrımsız hepsi çok gürültücü. Klüpler abaza İtalyan gençleriyle dolu, bizim gençler kadar azimli yazıyorlar İspanyol kızlarına. İspanyol delikanlılar her halleriyle Adanalılara benziyorlar, kızlarının yarısı standart Türk kızı kıvamında diğer yarısı üfff. İspanyol kızlarındaki özgüven +++ insanı hayran yada aşık ediyorlar. (Özgüven != karşındakini aşağılamak, insan yerine koymamak)
Her şeyiyle sıcakkanlı Akdeniz insanı, hayatı iyi yaşıyor.

Özet:
Doğal güzellik eksi (Ege 10 basar), şişirilmiş imajı yüzünden çok pahalı.
Gevşek İngiliz kızları yüzünden İtalyan abazalar üşüşmüş.
Gece hayatı iyi ama money talks (her gece 100++ Euro)

Bu tip bekar tatiller artık yorucu geliyor, en iyisi tatile kendi hatununla çıkıp kafa dinlemek.
Galiba yaşlanıyorum :)


Kendime not:
Bu yilki hedeflerden biri OK. Diğeri için çaba harcamak gerek, son 12 ayda 103 --> 108, durum iyi değil. Yeni hedef: Fransızca konuşur hale gelmek.

19 Temmuz 2007 Perşembe

Fromage de brebis

Brüksel'de yaşarken biraz olsun meşhur Fransız mutfağından sebepleniriz diye ummuştum. Hata imiş. Yok değil, varmış iyi mekanlar ama bırakılacak miktar maaşın ondalık kesri ile ölçülürmüş. Normal insanların yediği mekanlarda ise lezzet yok. Hadi TR ile karşılaştırıp pahalı demekten vazgeçeceğim artık. Ama onca verilen paraya garip garip yiyecekler alınıyor, onlar da garip garip kombinasyonlarda. Her yemekte tabağın ekseriyeti patates. Hayatın tadı'nı çıkarmakla övünen bir topluluğun kırmaları bunlar da (bunu dışarda söylesem taşlarlar beni:) ama velakin ben hiçbirşeyden tad alamıyorum.

Geçenlerde bir pazar sabahı kahvaltıya dışarı çıkalım dedik. Ben aklımdan neler neler geçiriyorum, aç tavuk kendini darı ambarında görürmüş derler ya.. Neyse geldik meşhur kahvaltıcımıza. 8,90 Euro karşılığı bende beklenti yüksek. Gele gele bir sepette 4-5 farklı ekmek çeşidinden ikişer dilim ekmek, bir küçük portakal suyu (sıkma değil!), bir bardak poşet çay... Sağda soldaki kavanozlarda da reçel, sarelle varmış, ye babam ye serbest.. Bunlar kahvaltıdan önce mi sonra mı yenecek diye sormak geçti.
Narlıdere'deki deniz kenarı kahvaltıları zaten imkansız da Kırmızı ya da Bahçemiz'inkini bile özlemeye başladım. Neyse, sonunda bir Törkish markette beyaz peynir buldum, Ezine olmasa da en azından koyun peyniri.

Diyar-ı Brüksel'e gidile, yimak bloglarına bakıla bakıla bakıla, ağızın suları siline.
iç geçirile.

11 Temmuz 2007 Çarşamba

Blogcunun hası bilgisayarından bellidir

Arkadaş bloga heves ettiysen elinin altında her zaman bilgisayar olacak. Bu bilgisayar da kıvrak olacak, acar olacak, netin içinde olacak.. Öyle ünleyin Musa Emmiyi gelsin karşı köyden şeklinde çalışan bir aletle olacak iş değil bu. Hani gönül istiyo daha bi yazalım, gerçeklerden kopuk hayatlarımızda kendini ifade etme yoksunluğunu böyle atalım ama imkanlar el vermiyor.

Estetik fikir (ilham ya da) dediğin kelebek gibi. Sık sık aklımda iyi fikirler dolaşıyor ama akşam eve gel, yorgunluğu at, yemek ye, bilgisayarı aç, işte yapamadığın günlük web dozunu al silsilesinden sonra geriye yazacak bir şey kalmıyor. Oysa güzel iki üç cümle oluştuğu zaman hemen döküp atabilsen malzeme rahat çıkar. Zaten bir explorerdan diğerine geçmek 2 dakika ve harddisk gırıltısı çekmek demekse aman kalsın diyor insan.

Benim de bir ara bu blog konusunda ne yapacağıma bir karar vermem lazım.
Konu çerçevesi Mehmet çelebinin Brükselnamesi olarak kalacaksa er geç malzeme biter. İlk başta garip gelsede bir süre sonra her şeyi kanıksarım buradan malzeme çıkmaz. Zamanla buraya kontrastlarımın referans noktası olam Türkiye'den de uzaklaşmaya başlarım. Sanırım olayın turistik kısımlarının ötesinde başka şeyleri de çorbaya katmak gerekecek.
Ya da unutulmuş bloglar köyüne gider bu blog da.

4 Temmuz 2007 Çarşamba

Avril Avril

Sehirde dolasiyorduk, yemek icin bir yere oturmustuk. Bir meydani konser icin hazirlamislar. Bir suru liseli tipli insanin toplandigini gorunce herhalde okullar kapaniyor diye bir konser verilecek sandik. Gidelim bakalim deyup gittik. Pek bi heyecanli genc tiplerden birine sorduk, kim varmis diye. Herhalde onlar bir aydir dort gozle bekledikleri bu olaydan bu kadar kayitsiz kalan tiplerin isi ne burada dercesine cevapladilar. Kanadanin sert kabuklu citiri Avril Lavigne gelesiymis.
Uff neyse bekle allah bekle, 1.5 saat ayakta dikildikten sonra hatun arzi endam eyledi, 5-6 sarki soyleyip gitti. Aslinda bence ondan once cikan DJ daha eglenceliydi. Neyse, belese bir konser daha idrak etmis olduk boylece. Cep kamerama da bir foto nasip oldu.

30 Haziran 2007 Cumartesi

Haydi eller havaya..

Geçenlerde hiç beklemediğim bir şey oldu.
Avrupa komisyonunun önünde parti vermişler, gece ona gittik.
Gençler ağırlıklı ama işinden çıkıp gelen orta yaşlı ve hatta yaşlı insanlar Avrupa başbakanlığı ayarında bir binanın girişinde önce rock çalan bir grubu dinledi, sonra DJ çıktı gece 1'e kadar elektronik müzik çaldı. İnsanlar biralarını içtiler, dans ettiler sonra gittiler. Ne kavga oldu, ne arkada çöp yığınları kaldı, ne kızlara sulanan tipler olay çıkardı. Düşünemiyorum böylesine bir olayı Ankaranın her hangi bir halka açık mekanında, bırak başbakanlığın önünü.
Hele şimdiki başbakanla :)

Sıkışan arkadaşlar da binanın önündeki trafik adasına kadar zahmet edip rahatladılar. Kırmızı ışıkta bekleyen arabaların önünde. Kızılay meydanın ortasında rahatlamak gibi bir şey.
Caanım medeniyet işte.

ps. Tekrar hatırlayınca, aslında Faslı delikanlılar gayet aktifti polenlerini yayma çabalarında ama ısrarcı değillerdi. Yüz bulmayınca başkasına gidiyorlardı.

Çalışıyoruz biz..

Hani genelleştirmeler hep haksızlıktır deriz ama kaçamayız hiçbirimiz.
Bu Flamanlar mı diyeyim, çapı büyütüp Avrupalılar mı, bir garip çalışıyorlar. İngilizlerin işverenlerine karşı kuzu olmaları hep bilinir de bu adamlar da böyleymiş. Hayatları çalışmak, kendilerine para kazandıran işi sorgulamıyorlar. Birlikte çalıştığım bir adam her gün 1.5-2 saat kullanıp işe geliyor, dakika bazında işini yapıyor, saati doldu mu evine doğru aynı yolu tepiyor. Benim manajer her gün 3-4 saat araba kullanacağım bir proje önerse dalga mı geçiyorsun sen derim. Neyse büyük konuşmamak lazım, bakarsın günün birinde benim popoya da arabanın koltuğu kaçar.
Çalışanlara verilen koltuklarla müdürlerinki farklı, benimki rahatsız kolluk yeri olmayan bir şey. Sanki sekreterim, elim sürekli klavyede olacak. Zaten koltukların arasında maliyet farkı herhalde en fazla 10-20 Eurodur. Bu tür şeylerden statü sembolü çıkarmak ne kadar sığ kafaların işi.
Bir başka gariplik de işveren adamlarına maaş veriyor ama iş yapabileceği aletlere para harcamıyor. Verimlilik denen bir kavram var.. 2007 yılında 6-7 yıllık bilgisayar kullanıyorum. 17" CRT monitör, Pentium 3 256 MB RAM 6 Gb Harddisk. Şaka gibi. Eskiden 5 saniyede maillere bakardım, simdi 10 dakikayı geçiyor. Abartmadan hem de. Olay iş makinesini özel işte kullanmak da değil. Aklından bir sürü fikir geçiyor, alete bir komut verip 5-10 dakika bekleyince herşey siliniyor akıldan. Bilgisayar para, ama senin zamanının değeri yok. Bu tür dar çaplı düşünceleri Mikes'te de görmüştüm zamanında ama orada bile bir süre sonra bilgisayarları yenilenmişlerdi. Bu adamlar consultantlara 1 haftada bütçeledikleri para ile her şeyi yenileyebileceklerini bilmiyorlar mı? Ama hayır, ben aletin çalışmasını beklerken o zamanı çöpe atıyoruz.

Nerdeyim ben, neresi burası?

Geleli üç hafta olmuş. Yoğun geçen bir süreç oldu. Aslında yazılabilecek çok şey gördüm ama bilgisayarlardan uzak kaldığım için bloga yazamadım.
Geldiğimden beri her hafta 3-4 gece dışardayım. Gerçi tanışılacak kişiler bitince sakinler yine hayat.
Buralar acayip yeşil. Evin 200 metre dibinde orman gibi parklar var. 1 Km ötede inanılmaz güzel başka bir park daha var. Koşmak vs. için mükemmel.

Bu biraz burada sürekli yağan yağmurların sayesinde; geldiğimden beri defalarca yağmurda sırılsıklam oldum. Haziran ayında nedir bu hava..
Bozkırın ortasında böyle park yapmak zor olsa gerek.
Ama bence asıl etken dünyada tek başına yaşamadığını öğrenmiş, şehirleşmiş halk. Halk parkı kullanıyor ama kendisinden sonra başkalarının geleceğini bildiği için harap etmiyor, pisletmiyor, ses yapmıyor. Bizim kültür geçmişimize de çok uzak kavram değil bunlar ama medenileşme yolunda bir yerinde birşeyleri bırakmışız.

Bizim şehirlerimiz genişlerken önce dereleri yer altına alıp ıslah ederiz gri betonları dikeriz. Yıllar geçer, kenarda köşede her nasılsa boş kalmış arsalara taşıma suyla park yaparız. Çayyolu deresini yok edeceklerine koruyup yeşillendirselerdi şimdiki düz çimenlik parkların yerine şehir içinde ağaçlar altında dere sesi dinleyerek oturulabilecek mekanlarımız olurdu.

8 Haziran 2007 Cuma

Nereye?

Yeni geldim Bruksele. Marketten bir sey almaya gittim.
Kiraz 7.99 Euro/Kg. 1 Kilo gelmeyecek karpuz dilimi 3.5 Euro.
Ben ne ettim dusuncesi kafami utulemeye basladi bile.

Gidecegi yeri bilmeyen gemiye hic bir ruzgar fayda etmezmis.

BU arada, Google sistemlerinin de IPye bakip dil degistirmesi amma da kil bir olay.
Belcikadan baglaniyoz diye Dutch konusmam mi gerek. Tonla expat var bu ulkede. Bari bir dil degistirme secenegi koysalardi.

31 Mayıs 2007 Perşembe

Bir adım dışarı

Bu ilk yazım.
Bir amacı yada mantıklı bir içeriği de yok
Bugün Ankara'daki şirketimdeki son gün. Dışarı bir adım atıyorum. Ve bu adımla son 4 yıldır yaşadığım şehri, kimi eski kimi yeni bir grup arkadaşımı ve ülkemi bırakıp yine bir bilinmeyene gidiyorum.

Gerçi bu adım çok önceleri atılmıştı, süreç başlayalı olmuştu aslında. Ama bugün yaklaştıkça niye böyle huzursuzum, niye içimde dalaganlar var gibi oluyor bilmiyorum. Her zaman değişime açığım aslında, her zaman meceracı ve cesur oldum. Yaşlanıyor muyum yoksa :) Sorun önümdeki bilinmezlik değil.. Arkamda bıraktıklarım. Şimdiye kadar her ne kadar mutlu olmadığımı düşünsem de, beni bu şehre buraya bağlayan hiç bir şey yok desem de aslında kaybetme noktasına gelince bir miktar bağın aslında var olduğunu ve bu bağların koparken acıdığını farkediyorum.

Yollar ayrılıyor.
Bir umut, belki az da olsa buradan ayrıldıklarıma benim yolumdaki yeni şeyleri gösterebilirim. benim gözlerimin yanında onların gözleri, benim aklımın yanında onların da aklı olur. Belki de bir daha bu blog'un yüzüne dönüp bakmam.

Zaman gösterecek.